Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslâm'ın
        siyasî otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim
        tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler.
        Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı
        yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları
        anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de
        zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz.
        Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu
        rivayet edilmiştir. Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde
        geçmemektedir. Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer
        mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen
        Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu
        belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343).
        İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin
        uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârü'l
        harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler, dârü'l-İslâm
        yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe,
        kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın
        malının ve canının masun olabilmesi için müslüman
        olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış
        olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a
        girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır.
        Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel,
        bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine
        kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir.
        (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul
        1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Dârü'l-Harb md.).
        Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan
        müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü.
        Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi.
        İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor;
        İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını
        emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği
        suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü
        İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada
        had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası
        Allah'a aittir. (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri
        Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda
        çeşitli ictihadlar vardır. Meselâ İmâm Şâfiî'ye
        göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te
        de helâldır; haram olan orda da haramdır. Bir suçun
        Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez."
        (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII,
        322).
        İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler
        uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Dârü'l-harb'te
        bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye
        göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a
        dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın
        vereceği hüküm geçerli olur. İmâm Mâlik ve İmâm
        Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini
        savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46).
        Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine
        aittir. Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş
        bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u
        Beytü'l-Mâl'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye
        Kamusu, IV, 103).
        İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında
        ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukahâ'ya göre
        müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında
        faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz,
        kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife
        ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî
        arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar.
        Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye
        faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu
        ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları
        ve bundan kaçınmaları evlâdır. Cumhur, "Dârü'l-harb'te
        müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil
        almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel
        edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhî'nin malı ancak
        ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile
        helâl olmaz. (İbn Kudame, IV, 46).
        Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
        "Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak
        geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların
        imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar
        olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin.
        Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl
        olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikâh akdinin
        bozulmasında ülke ayrılığı değil de din
        ayrılığının etkili olduğu
        anlaşılmaktadır. Hanefîlere göre ise, karı veya
        kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya
        zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah
        ayrılığı sözkonusu olur.
        İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi
        olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma
        namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der.
        İzin, Cuma'nın edasının şartlarından
        sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde
        Cuma namazı farz değildir. Dârü'l-harb'te Cuma namazının
        kılınıp kılınmayacağı hususunda
        diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir
        surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira
        bu, Kur'anî bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefîler,
        ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların,
        aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler.
        (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983
        vd.)
        Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden
        kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte
        idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye
        cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı
        geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça
        yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz."
        İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir
        gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten
        anlaşıldığına göre müslümanın öz
        yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve
        Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır.
        Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri
        altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin
        emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve
        kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da
        zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu
        genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın
        mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz
        olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın
        bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve
        tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini
        savunmuşlardır. (Said Havva, İslâm, I, 309)
        Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde
        yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm
        mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların
        hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse,
        artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak
        için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli
        bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslâm
        devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri,
        zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne
        ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı
        ayndır. Bu görüşleri savunan İslâm fukahası,
        Mekke'de kâfirlerin zulmüne uğrayan müslümanların
        gidecekleri bir dârü'l-İslâm'ın
        olmadığını belirtmektedirler. Necaşî'nin
        ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz.
        Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların
        yaşadıkları bir dârü'l harb'ten daha rahat bir
        şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l
        harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'ân-ı
        Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit
        etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya
        koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı
        ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara
        eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar
        ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir
        yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen
        onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar.
        (en-Nisa, 4/75, 91, 92).
        Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te
        yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri,
        orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları
        gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara
        eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid
        edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret
        yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi
        gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır.
        Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye
        denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine
        başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat
        ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş
        durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar.
        İslâm'ın sürekli savaşı temel
        aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış
        kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar
        bazı şartlara bağlı olarak anlaşma
        yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında
        darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir
        hukuka tabi olur. İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız
        Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kâfirler emân dilerse,
        ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a
        dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslâm
        devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel
        siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de
        şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz.
        İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden
        kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir.
        Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere,
        korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır.
        Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l
        küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır"
        demektedir. (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974,
        VII. 131).
        Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi
        meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken;
        Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer
        İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası
        bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile
        İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı
        hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını
        söylemişlerdi. Ebu Hanîfe de, İslâm ülkeşinin dârü'l-harb'e
        dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi
        gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça
        İslâm dışı kanunların icrası, 2)
        Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın
        harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin
        can ve mal güvenliğinin kalmaması.
        Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir:
        İslâm hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir
        yer dârü'l-İslâm'a bitişik de olsa dârü'l-İslâm
        olmaz. İşte Tâif şehri. Çok yakın olmakla birlikte
        darü'l-İslâm olmadı. Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler
        de öyle... Yemen'e gelince; zaten orada İslâm yayılmış
        bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in
        vefatından sonra halîfelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır...
        "Bir ülke, coğrafî bakımdan İslâm ülkesine yakın
        olmakla ya da halkı arasında İslâm dinini kabul etmiş
        kimseler vardır diye "dârü'l-İslâm" olarak
        nitelendirilemez." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu
        Ehli'z zimme, I, 366). İslâm'ın egemen
        olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun
        dönemler İslâm'ın egemenliği altında
        kalmış olsun ve bu egemenliğin maddî. ve beşerî
        belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslâm diyarı
        olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm
        egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve onların
        soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de
        onların kalıntılarıdır, denilebilir... İmâm
        A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün
        îçin hiçbir İslâm ülkesinin dâru'l-harb
        şartlarını taşımadığını
        savunanlara karşı, bir zamanlar İslâm diyarı olan
        beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini
        şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslâm
        ahkâmı değil, beşerî kanunlar ve hükümler
        yürürlüktedir. 2) Dârü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla,
        antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak
        bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslâm diyarı
        olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler
        İslâm'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tâğutların
        İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük
        cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar?
        Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır.
        (bk. M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı,
        İstanbul 1988, 67 vd.)
        İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar
        saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle
        diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm
        ülkeleridir. İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını
        kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona
        bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor,
        fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin
        mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra
        edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke
        dârü'l-İslâm'dır..." İmameyn, kıyasa
        başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının
        icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür
        hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması
        lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler,
        müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını
        engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği
        hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir.
        İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması
        durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe
        hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek
        istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm
        üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buharî,
        Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî"
        bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş
        bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve
        zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz. Bu
        görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila
        edilmiş, hâkimiyeti elinden alınmış bir ülkede
        müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini
        imkansız görmüşlerdir. Kuşkusuz, müctehidlerin bu
        görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur.
        Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri
        konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından
        oluşan dengelerden sonra, İslâm hukukunun bazı içtihatlarının
        aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Ebu
        Hanîfe'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir:
        "Zannediyorum ki, Ebu Hanîfe'nin bu şartı (Dârü'l-harb'e
        bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i
        şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir.
        Dârü'l-İslâm ortasında bir ülke halkının irtidad
        edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların
        kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde
        kalabilmeleri ona imkânsız görünmüştür. Ama bu zamanda
        olanları; halkın cihâda karşı
        "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların
        işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslâm ve
        "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad
        ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi,
        böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü
        benimserdi."
        İmam Ebu Hanîfe'nin, ictihadında "emân" kavramına
        yüklediği anlam çok geniştir. Ancak itibari olarak bir
        ülkede İslâmî hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin
        kaynağının ve icrasının esas dayanağı
        olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz. Müslümanların
        sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve
        muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk
        kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü,
        bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslâmî ülke
        anlayışını çağrıştırmaktadır.
        "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle,
        "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması
        asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm
        verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün
        görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli âlimlerinin
        görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi
        de ortadan kaldırmaktadır. Yani eğer bir dârü'l-harb'te
        İslâm uygulandığında orası dârü'l-İslâm
        oluyorsa bunun tersi de geçerlidir. Yani bir dârü'l-İslâm'da
        küfür ahkâmı uygulanıyorsa artık orasının da
        dârü'l-harb sayılması gerekmektedir. Diğer taraftan
        yeryüzünde istilâ ve işgal altında birçok İslâm
        ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hâlâ dârü'l-İslâm
        diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular
        bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslâm
        ülkesinde İslâm ahkâmı yürürlükten kaldırılmışsa,
        o ülkedeki müslümanların muhayyer
        bırakılmalarını beklemek en azından saflık
        olur. Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi
        çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslâmî
        hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden
        alınıp yerine beşerî ahkâm geçirildiyse ve iktidar
        İslâm'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık
        o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün
        yönleriyle yaşamaları imkânsızdır. Yani onlar asla
        karşı düşünce tarafından rahat
        bırakılmazlar. Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar,
        yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar. Oysa
        İslâm'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması
        mümkün değildir. Bir başka deyimle,
        "Siyer" adı altında
        kurumlaştırılan İslâm devletler hukuku ile, çağdaş
        devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz.
        Dârü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer
        İslâmî kavramlarla birlikte mütâlaa etmek lâzımdır.
        (Ayrıca bk. Dârü'l-İslâm).