Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde
        yaşayan aile fertleri, aile demektir. İslâm fıkıh
        terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in
        hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan
        aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır.
        Bu anlamda ehl-i beyt; Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ailesi, Ca'fer, Âkil,
        Abbâs ve aileleridir. Şia'ya göre ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
        ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir
        (Sahih-i Müslim, II . 751-752; .IV, 1873).
        Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek
        müslümanların bir görevidir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 323).
        Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki
        şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber
        hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp
        saçılmayın; namazı kılın, zekâtı
        verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Ey Peygamber'in ev halkı,
        Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb,
        33/33). Rasûlullah (s.a.s)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin
        annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır.
        Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir.
        Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in
        hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî,
        Tefhîmu'l-Kur'ân terc. İstanbul 1983, IV, 370). Bu terim, bir
        adamın hanımlarını ve çocuklarını
        kapsamaktadır. İbn Abbâs, Urve b. Zübeyr ve İkrime bu
        âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz. Peygâmber (s.â.s)'in hânımlarının
        kastedildiğini söylemişlerdir.
        Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir.
        Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı
        ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden
        geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt
        namaz, namaz..." demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü
        âyetini okumuştur. Ebû Ammâr'ın ve
        başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:
        ''...Rasûlullah (s.a.s.), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu
        halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı.
        İçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu;
        Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra
        elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi
        okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi
        tertemiz kılmak ister... ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar
        benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla
        hakları vardır' diye dua etti." Bu hadis, çeşitli
        muhaddisler (Ahmed b. Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim...)
        tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir.
        Hâdişlerde, Rasûlullah (s.a.s.)'in eşleri Ümmü Seleme veya
        Hz. Âişe'nin, Hz. Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup
        olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın
        ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu
        nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (s.a.s.)'in hanımları
        da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra
        onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl,
        Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir. Mevdûdî,
        Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua
        ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel,
        İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said
        el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok
        râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın
        Hz. Peygamber'in hanımlarının ev halkından
        olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz.
        Peygamber'in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz.
        Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, a.g.e.
        aynı yer).
        Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri
        birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır.
        Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır.
        Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile
        Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn
        hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal
        Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983,
        468). Gâdir-i Hum'da Hz. Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet
        bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça
        hiçbir zaman sapıtmazsınız..." buyurduğu rivâyet
        edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir
        arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini
        yazmaktadır (Ayr. bk. Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd
        Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15;
        İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III,
        109; Ahmed b. Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV,
        414).
        Hadîsin Müslim'deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir.
        "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında
        bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı;
        Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra,
        'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin
        gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki
        ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi,
        Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır.
        Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona
        sımsıkı sarılınız' buyurdu. Böylece
        Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet
        ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir.
        Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı
        hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere
        tekrarlâmıştır). (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca
        bk. Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc. M. Sofuoğlu İstanbul
        1970, VII, 311-314). Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber'in
        eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten
        kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani
        Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz.
        Peygamber (s.a.s.)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir:
        "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez;
        o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, V,
        166). "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir"
        (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161). Ebû Hureyre'nin
        Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b. Ali-çocukken- zekât
        hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.)
        atması için 'kaka kaka' dedi. Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz
        zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57,
        60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b. Hanbel, I, 200).
        Müctehidlerin Hz. Peygamber'in yakınları ile onlara haram
        olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır. Ebû
        Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu
        söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır
        demektedir. Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
        yakınlarının yabancılardan zekât almalarının
        haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu
        savunmuşlardır. Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan
        ve Hz. Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini
        belirtmektedir. İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay
        alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının
        câiz olduğunu söylemiştir. Yûsuf el-Kardâvî buna işaret
        ederek Âlu Muhammed'in, Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki
        yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam
        Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını
        belirtmektedir. Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka
        alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan
        nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın
        tutarlı olmadığını söylemektedir. Hz.
        Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken,
        yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın
        örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak
        istemiştir. Bu yasağın kıyâmete kadar devam
        etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır. Üstelik ganimet ve fey
        gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum
        etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek
        olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât,
        Beyrut 1969, II, 732-733).
        Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz.
        Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli
        bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına,
        "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et;
        eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş
        olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol
        göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak,
        Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali
        b. Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra
        imamdır. Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin
        etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhâlefet
        eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve
        itâat ediniz. Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır.
        İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam
        edecektir." Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir:
        "Mâide Sûresinin 67. âyeti Hz,. Ali hakkında nâzil olmuştur''
        (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ,
        37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115). Bu ibareler, Şiî kaynaklarda
        bu şekliyle kaydedilmektedir.
        Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın
        tebliğ etmesi istenen şey Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hasan
        el-Basrî'nin (ö.110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz. Ali'nin
        velâyeti konusunda Hz. Peygamber'e delil olmasını
        istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler
        niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir...
        Hz. Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
        mevlâsıdır" buyurmuştur. İbn Teymiyye bu
        hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından
        arzuları ve görüşleri doğrultusunda
        değiştirildiğini kaydetmektedir (bk. İbn Teymiyye,
        Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum). Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz
        dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir. Bu kadar
        çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu
        birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır.
        Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan
        ayrılmazlığı anlamını çıkarmış;
        bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak
        gerektiğini, çünkü Hz. Peygamber'in "iki emanet"ten
        kasdının bu olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i beyt,
        kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed
        Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167). Sünni alimler
        ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın
        sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk. İbn
        Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn
        Mace, Menasik, 84; Ahmed b. Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader,
        3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn
        Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye
        ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307).
        Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini
        kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin
        onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur. Ali
        Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır
        (ö.114) Hz. Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir,
        Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö.148)
        ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını
        sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz. Ali'nin
        torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b.
        el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür. Onun zamanında
        başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt
        olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış;
        bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak
        İslâm'dan sapmışlardır.
        İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz. Ali'den sonra tarihte çeşitli
        aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı
        şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı
        bilinen bir husustur. İlmin kapısı olan Hz. Ali'ye ashâb
        arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını
        savunanlar vardı; ancak onlar mezhep
        oluşturmamışlardı. Ebû Zerr, Mikdât b. el-Esved,
        Câbir b. Abdullah, Ubey b. Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları,
        Ammâr b. Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar
        arasındadır. Daha sonrâları Hz. Osman zamanında
        fitneler başlamış, aşın tarafçılık
        eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük
        bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı
        nefretini doğurmuştur. Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla
        ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur.
        Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn
        el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır. Hz.
        Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş
        ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten
        sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı
        bizim için Allah'tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz.
        Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda,
        "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi
        tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir."
        Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki
        İmam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin, Ali
        Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım,
        Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî,
        Muhammed el-Mehdi. Ehl-i beyt'in Hz. Ali'den gelen imamlarına tarih
        boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid
        edilmiştir.
        Hz. Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763),
        İbrahim, Hüseyin b. Ali (169/785), Muhammed b. Tabat (199/814),
        Muhammed b. Süleyman (814), Zeyd b. Musa el-Kâzım ve Ali b.
        Muhammed, İbrahim b. Musa, el-Hasan b. Zeyd (250/864), el-Hüseyin,
        İsmail b. Yûsuf, Muhammed b. Zeyd, Ahmed b. Muhammed, Hasan b. Ali
        gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış
        Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir.
        Hz. Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna
        şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b. Musa el-Kazım,
        Muhammed b. Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b. Kasım,
        el-Hasan el-Karkî, Muhsin b. Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb)
        Hz. Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm
        âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin
        soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere Şerif
        denilmektedir .
        Hz. Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere
        tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü'l-Eşrâf,
        Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi
        hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en
        yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm
        devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur
        (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet).