İslâm'da hastalığı veya
        yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve
        bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka hükümleri cereyan
        eder. Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak
        zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman,
        31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi',
        IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd.). Kardeşler
        ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse
        durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi
        Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983,
        s.294-321). Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa,
        İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk,
        yaşlılık, iflâs vb. durumlar karşısında
        devletin himayesi altında yaşarlar. Bu bakımdan
        yaşlanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve
        bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine
        ihtiyaç duyulmaz. Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal;
        kaynakları üzerinde hakkı vardır. Ancak bu kapsamlı
        sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere,
        memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir.
        İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı
        değildir. Emeklilik bir çeşit yardımlaşma
        sigortasıdır. Sigorta; her bir kişinin yükünü azaltmak
        amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin
        yükünün dağıtılması demektir. İslâm.
        sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği
        ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini
        öngörmüştür.
        Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk
        anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil"
        sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse
        savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye
        vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar
        ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi. Bunların
        miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü
        aşıyordu. Hz. Peygamber şöyle bir yardımlaşma
        teşkilatı kurdu:
        Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı
        yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma
        amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti. Bir kabîlenin
        bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek
        yapacaktı (M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu,
        İstanbul 1973, s.201-202).
        Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye
        ağır gelen durumlarda hısımlar arasında
        yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse
        diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin
        ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür
        ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin
        hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi
        geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen
        diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına
        alınır. Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa,
        diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda
        öder. Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin,
        Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye,
        III, 52-58) .
        Hz. Ömer, karşılıklı
        yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek,
        askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı.
        İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde
        merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu
        üniteye yardım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi
        olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti.
        Bu teşkilata "divan" adı verildi (M. Hamidullah,
        a.g.e., s.201-203). Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve
        kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir
        getiren işlere yatırılması mümkündür. Fonun
        geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf
        tutulabilir. Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da
        dağıtabilir.
        İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından
        kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren
        yatırımlarda üretilmesi gerekir. Böyle bir fon giderek
        kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma
        payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını
        geri verebilir. Bir ücret karşılığı çalışanların
        ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan
        sermayenin işletilmesine Hz. Peygamber'in mağara hadisinde
        işaret edilmiştir. Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin
        haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle
        demiştir:
        "Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken,
        yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya
        sığınırlar. Fırtınanın getirdiği
        büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını
        kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi
        aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli
        olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua
        etmeye' karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası
        biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle
        niyaz eder:
        'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım.
        Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp
        gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip
        arttırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana
        gelerek ücretini istedi. Ben; 'gördüğün şu deve,
        sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana
        geldi' dedim. 'Benimle alay etme' diye cevap verdi. 'Seninle alay
        etmiyorum' dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp,
        gitti, hiçbir şey bırakmadı. 'Ey Rabbim, bunu sırf
        senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu
        mağaradan kurtar". Bu duanın arkasından
        mağaranın ağzını kapatan taş
        yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12;
        Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41).
        Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu
        elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden
        sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi
        sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz
        olur. Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde
        olsun.
        İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli
        yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren
        bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim
        kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak
        işletileceğini bilerek seçimini yapar. Örfen de bu rızanın
        varlığını kabul etmek gerekir. Çünkü bazı
        meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli
        kurallar uygulamıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur.
        Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları
        bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik,
        Ankara 1974, s.101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda
        Kâr Hadleri, s.184-185).
        Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak
        değerlendirmek mümkündür. şöyle ki, bir işçi veya
        memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için
        her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam
        eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini
        farz edelim. Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak
        yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış
        olması gerekir. Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı
        yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa,
        onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon
        üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir. Hak, on
        milyondan elli milyona çıkmıştır. Böyle bir işçi
        fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden
        sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar
        alabilir. Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için,
        İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler. Kârın
        anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına
        bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik
        oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu
        için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü
        bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi',
        VI, 57 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd.).