Bir insanın adının benzerlerinden ayrılması
        için daha sonra ona verilen isim veya sıfat, çoğulu
        "elkâb''dır. Gerek yazı dilinde, gerekse konuşma
        dilinde karşıdaki şahsın rütbe ve ünvanı göz
        önüne alınarak söylenen sözler de lâkab kategorisi içine
        girer. Devletli, izzetli, saadetli gibi.
        Lâkab kelimesi hem övgüyü, hem de yergiyi ifade etmek için
        kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de bu konuya açıklık
        getirilmekte, "Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız"
        (el-Hucurat, 49/11) denilmektedir.
        "Ne-be-ze" fiilinden türetilen "Tenâbezû"
        kötü lâkab takmak, kötü adla çağırmak
        anlamlarını ifade etmektedir. İnsanı,
        utanacağı bir adla veya unvanla çağırmanın
        yasaklanması da bu sebebledir.
        Ayette zikredilen fiil çoğul olarak kullanılmakta ve
        bununla bütün müslümanlara hitabedilmektedir.
        Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin,
        sevginin egemen olması için bu tür hareketle;den uzak kalmak
        gerekmektedir. İman eden bir müminin başka bir mümini kötü
        adla anması "fâsıklık" olarak nitelenmekte bu
        kötü fiili işledikten sonra pişman olmayan, tevbe etmeyen
        insan da zalim olarak zikredilmektedir (el-Hucurât, 49/11).
        Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden lâkablar
        yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar
        insanların birbirlerini sevmesine, saymasına sebep olur.
        İnsanların birbiriyle olan münasebetlerini iyi yönde
        etkiler.
        Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'den rivayet edilen bir hadiste:
        "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de
        onu en çok sevdiği ismiyle çağırmasıdır"
        buyurulmaktadır. Bu hadisin ifadesine göre müslümanları
        sevdikleri adlarla çağırmak hem sünnettir, hem de örfe
        uygundur. İnsanları güzel buldukları adlarıyla çağırmakta
        bir sakınca yoktur. Hatta Hz. Ömer künyelerin yaşatılması
        fikrinde ısrar etmektedir.
        İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebu
        Bekir'in Sıddık; Hz. Ömer'in Fârûk; Hz. Osman'ın Zinnûreyn;
        Hamza'nın Esedullah; Hâlid b. Velid'in Seyfullah; Hz. Ali'nin Ebu
        Türab; Umeyr'in Ebu Hureyre adlarıyla
        anıldıklarını görürüz. Bu da Müslümanları
        bu tip adlarla çağırmanın teşvik edildiğini göstermektedir.
        Peygamberimiz (s.a.s.), Medine'ye hicret ettiğinde Ensar'dan
        bazılarının iki, üç adla çağrıldıklarını
        gördü. Onlar, bu adlardan bazılarıyla çağırıldıkları
        zaman rahatsız oluyorlar, inciniyorlardı. İşte bu
        ayeti kerime hem bu konuya açıklık getirdi, hem de müslümanların
        sevmedikleri adlarla çağırılmalarını
        yasakladı.
        Hz. Peygamber yeni müslüman olanları huzuruna kabul
        ettiğinde onların adlarını sorar; hoşuna
        gitmeyen, insanlar arasında hoş karşılanmayan, bir
        anlam ifade etmeyen bazı isimleri değiştirir, yerine daha
        güzel, daha uygun adlar verirdi.