HakikatKitabevi

Kitap-Download

41 — DÖRDÜNCÜ CİLD, 29. cu MEKTÛB

Bu mektûb Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” tarafından, mirzâ Ubeydüllah beğe yazılmışdır. Nasîhatin lâzım olduğunu, cihâdın kıymetini bildirmekdedir:

Ba’zıları zan eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp, başkasına karışmamak, kimseye ilişmemekdir. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Böyle söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü deyince, kimleri hâtırlıyor? Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” bağlanan büyükleri demek istiyorsa, bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçmak olduğu, kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) ve (Buğd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetinden, belki islâmiyyetin vâciblerinden ve farzlarındandır. O hâlde, emr-i ma’rûfu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim, bunlardan İmâm-ı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” (Bizim yolumuz urve-i vüskâya yapışmak, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda ve Onun Eshâbının izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlükelere düşüyor. Eğer tesavvuf, emr-i ma’rûfu terk etmek olsaydı, tesavvufun reîslerinden olan Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” kendi hocası, üstâdı olan Seyyid Emîr Gilâl hazretlerine emr-i ma’rûfda bulunmazdı. Hocasına karışmak edebe muhâlif iken, yine emr-i ma’rûf yapdı ve Buhârânın âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın ismini yüksek sesle tekrâr etmenin islâmiyyetde makbûl olmadığını, hepsinin huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi. Hocası da, dîni güzel ve doğru söze âşık olduğundan, kabûl edip, terk eyledi. Tesavvuf ehli, insanı necâta kavuşduracak ve helâke götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitâb yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma’rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce Mu’înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir. Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuşdu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” vahdet-i vücûdü dünyâya yaydığı hâlde, zemânındaki sôfileri simâ’ ve raksdan ya’nî mûsikîden ve dans etmekden niçin men’ ediyordu? Bir kısmı itâ’at edip vazgeçdi. Bir çoğu da dinlemedi, vazgeçmedi. Fekat, kabâhatlerini i’tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma’rûf yapmak farzdır. Ancak, münkere, fitneye yol açan emr-i ma’rûfu yapmamak lâzım olur).]

Gavs-i samedânî seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunyet-üt-tâlibîn) kitâbında, uzun uzadıya emr-i ma’rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir kimse, bir günâh işliyeni görüp de men’ edince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu zemân, acabâ men’ etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlim hükûmet adamları elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı bir zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki: Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere (Ma’rûf), bunlara uymıyan şeylere (Münker) denir. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Nass ile ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere (Münker) denir).] Bunun beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma’rûf ve münkerler meydânda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş vakt nemâz kılmak, Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmak, zekât vermek, hac etmek gibi şeylerin farz olduğu (Ma’rûf) ve zinâ,  alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb etmek ve bunlar gibi şeylerin harâm olduğu (Münker)dir. Bunları her mü’minin emr ve nehy etmesi lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bu kısmda olanları, âlimler emr ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse, bildirmesi câiz olur. Münkerin ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda, i’tikâdda olan bozukluklardır. Her mü’minin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapışması, bozuk îmândan, ya’nî dalâletden, i’tikâdda bid’atden kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid’at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zemânlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine nemâz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ’tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur) buyurdu.

[(Kenz-i mahfî)de diyor ki, (Cehl ve hayvâniyyet, ya’nî bid’at ve fısk çoğalan yerlerde oturmak nehy olundu. Dînini muhâfaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, fesâd ve bid’at artınca, başka mahalleye hicret etmek veyâ böyle bir şehrden başka şehre hicret etmek vâcib olur. Bütün şehrlerde, müslimânlara saldırılıyorsa, başka islâm memleketine hicret edilir. İslâm devleti yoksa, insan haklarına riâyet edilen, ibâdet etmek serbest olan bir kâfir memleketine yerleşmek lâzım olur. İkinci kısm, otuzsekizinci maddeye bakınız! Zîrâ onların arasında bulunan, gelecek belâya ortak olur. Enfâl sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Zulm edenlere ve etmiyenlere birlikde gelen fitne ve belâdan korkunuz, sakınınız) buyuruldu.)]

Tesavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Bid’at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden îmânlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın bunu afv buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karşı gelirsen, yolunu değişdir) ve (Süfyân bin Uyeyneden işitdim, buyurdu ki, bid’at sâhibinin cenâzesinde bulunan kimseye cenâzeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ gazab eder) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir kimse, bir bid’at meydâna çıkarsa veyâ bir bid’ati işlese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların la’neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü burada temâm oldu.

Sôfiyye-i kirâmın yolu kimseye karışmamak olsaydı, bunların birisi (Sôfiyye arasından nikâr kalkınca bunlarda hayr kalmaz) buyurmazdı. Şeyh-ul islâm Hirevî Abdüllah Ensârî buyurdu ki, (Sôfiyye arasında emr-i ma’rûfa ve nehy-i münkere nikâr denir). [Nikâr kalkınca diyen, Ebül-Hasen Alî bin Muhammed Müzeyyen olduğu, (Nefahât)de Ebû Sa’îd-i Harrâz anlatılırken yazılıdır.] Sôfiyye-i aliyyeye bu sûretle iftirâ eden, düşünmüyor mu ki, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, kıyâmetdeki sevâblar ve azâblarla doludur. Günâh işliyenlere hâzırlandığı bildirilen şiddetli azâblara inanan kimse, din kardeşini bu tehlükeden kurtarmak istemez mi? Ona, elîm azâbdan kurtulmak yolunu göstermez mi? Bir a’mânın yolunda kuyu veyâ ateş bulunursa, yâhud bir kimse, başka bir dünyâ tehlükesine düşerse, bunlar elbette bu kimseye bildirir ve kurtuluş yolunu gösterir. Kendi hâline bırakmazlar. O hâlde, dahâ elîm ve şiddetli ve sonsuz olan âhıret azâbını niçin bildirmesinler ve kurtuluş yolunu göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, âhıret azâbını kabûl etmiyor, inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demekdir.

Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine da’vet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emr etmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Allahü teâlâ, müslimânlara [ya’nî islâm devletine, insanların islâmiyyeti işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan] kâfirler ile cihâd etmeği niçin emr eyledi? Hâlbuki, cihâdda kâfirler için eziyyet ve ölüm olduğu gibi, müslimânlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için ve cihâd eden hükûmetler için ve şehîdler için fazîletler, meziyyetler ne sebebden bildirildi? İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara saldırmak, onlara sıkıntı vermek ve Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emr olundu? Nitekim insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefslerin, Allahü teâlâya düşman olduğunu bildirdi ve nefs ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve Allahü teâlâ neden rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ, niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından intikâm alınmasını istemekdedir. Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvelâ Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı da’vetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, özre ve behâneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değişdiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennete sokardı. Fekat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle doldurmak istedi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini soramaz.

Korkusundan Ona kim ağız açabilir;
Teslîm olmakdan başka ne yapılabilir?

Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olan, insanları da’vet etmekde ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi’ olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi’ olmuş değildir. Azgın kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fillâh) farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şeylerin birincisi olmazdı. Îmânın temâmlayıcısı olmazdı. Vilâyetin ele geçmesine ve Allahü teâlânın rızâsının ve hubbunun husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemekdir) buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, (Benim için ne işledin) diye sordukda, (Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum, zekât verdim, ismini çok zikr etdim) deyince, (Yâ Mûsâ, nemâzların sana burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabr ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yapdın?) buyurdukda, Mûsâ “aleyhisselâm”, (Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!) diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık etdin mi?) meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için amelin, (Hubb-i fillâh) ve (Buğd-ı fillâh) olduğunu anladı.

Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, ya’nî yalancı denir. Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Ebül-Hüseyn bin Sem’ûn, bir gün hocam Husrîyi incitmişdi. O ândan beri, kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum). Büyüklerin meşhûr olan, (Üstâdını incitene darılmaz, gücenmez isen, köpek senden dahâ iyidir) sözünü burada hâtırlatmak yerinde olur. Muhabbetin bu iki şartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bildirilmekdedir. [Arzû edenler, yirmidokuzuncu mektûbun Fârisî olan aslına veyâ Arabî ve Türkî tercemelerine mürâce’at buyursun.] Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaşdırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya’nî uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Fekat bu ba’zılarının yapdığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna sapdırmamalıdır. Çünki, düşmanlık, düşmanlara olacakdır. Bunların zan etdiği gibi, dostlara düşmanlık merdûddur. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mubârek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri idi. Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyliyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor mu?

Süâl: Evliyâ-i kirâmdan “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” (vahdet-i vücûd) vardır diyenler, bu dünyâda herşey, Allahü teâlâyı gösteren birer aynadır. Hepsinde, Hak teâlânın kemâl sıfatlarından başka, birşey görünmüyor. O hâlde, herşeyi iyi bilmek, herşeyi sevmek, hiçbir şeyi fenâ görmemek lâzım gelmez mi? Nitekim,

Mutlak fenâlık yokdur cihânda.

demişlerdir. [Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların vahdet-i vücûd kitâblarından kopyadır.]

Cevâb: Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve harbîlere sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye imkân yokdur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Bizim işimiz nass iledir, fuss ile değildir. [Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler iledir. Evliyânın kitâbı ile değildir. Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Füsûs) kitâbında bildirdiği, nassa muhâlif keşfleri bize sened olamaz.] Kıyâmetde Cehennemden kurtuluş, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, nassa bağlıdır. Fussa bağlı değildir. Hayâller, rü’yâlar, Evliyânın kalblerine doğan keşfler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini nassa uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî nass ile amel etmeğe mecbûrdur. Bunlar, doğru keşflerin hâsıl olması için ve kalb gözlerinin, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm”, ayaklarının tozları ile sürmelenmesi için Allahü teâlâya durmadan, yalvarmalıdır. Şunu da söyleyelim ki, vahdet-i vücûd tanıyan Evliyâ, mevcûdâtı mertebelere ayırıyor. Her mertebenin hâli ve hükmü başka başkadır diyor. İslâmiyyetin esâsı olan kesret, ya’nî çokluk ahkâmını elden bırakmıyor. Bunu terk etmeği, ilhâd ve zındıklık, ya’nî müslimânlıkdan ayrılmak biliyorlar. Emr-i ma’rûf yapmak ve fâsıkları ve kâfirleri fenâ bilmek, diğer ahkâm-ı islâmiyye gibi, kesret ahkâmı olduğundan, bunları terk edenleri, (mülhid) ve (zındık) bilmiş oluyorlar. Mutlak fenâlık yokdur diyenlerin de, nisbî [bir bakımdan] fenâlık vardır demesi lâzımdır. Kâfirleri fenâ bilmekdeki ve onlardan uzaklaşmakdaki nisbî fenâlık kâfîdir.

Vahdet-i vücûd tanıyanlar, zehr yimiyor. Başkalarının yimesine de mâni’ oluyor. Akrebi, yılanı öldürüyor ve başkalarına, bunlardan korkmalarını ve sakınmalarını söylüyorlar. Kendilerine itâ’at edenleri beğenip, dinlemeyenleri, karşı gelenleri sevmiyorlar. Vahdet-i vücûd sâhiblerinin büyüklerinden, Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh” (Mesnevî)de:

Bu söze inanmayanı, şu ânda,
görüyorum, baş aşağı Cehennemde.

buyuruyor. Bu büyükler, tatlı yemekleri, lezîz şerbetleri, nefîs kumaşları, hazîn sesleri, nazîf kokuları, latîf manzaraları, melîh sûretleri, tatsızlarından, çirkinlerinden dahâ çok istiyor ve seviyorlar. Kendilerine yakın olanları gözetiyor, bunları himâye ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor, fâideli şeyleri çekip, zararlı şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâclarını elde etmeğe uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye ediyorlar. Mühim işlerinde birbirlerine danışıyor ve kızlarını ve âilelerini açık gezdirmeyip, yabancıların bunlara yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını fenâ arkadaşlardan koruyorlar. Zâlimlere ve düşmanlarına cezâlarını veriyor ve hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz ediyorlar. Bunlar, vahdet-i vücûd mudur? Yoksa kesret-i vücûd mu? O hâlde, bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti terk etmek mubâh olduğu hâlde, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma riâyet farz olduğu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile, kulluk vazîfelerinden kurtulmak istemek, insâfa yakışır mı ve akla uygun olur mu? Bunun sebebi, ahkâm-ı ilâhiyyeye inanmamak ve Peygamberlere i’tikâd etmemekdir ve kıyâmete ve kıyâmetdeki azâblara ve ni’metlere îmânsızlıkdır. Vahdet-i vücûd tanıyanlardan, hâlleri doğru olanların, dinlerindeki kuvvet, işlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye uygunluğu, kitâblarda uzun uzadıya yazılıdır. Pederim ve üstâdım, sebeb-i hayâtım ve se’âdetim abdestde, tahâretde ve nemâzda pek ziyâde dikkat ve edeblere riâyet ederdi ve (Bunları, babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri ile riâyeti, kitâblardan öğrenmek kolay değildir) buyururdu. Babaları, ya’nî bu fakîrin dedesi, vahdet-i vücûd sâhibi ve (Füsûs) kitâbının ma’rifetlerinde, eşi bulunmayan bir ârif iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi gözetmesi, fevkal’âde çok idi. Kendileri bu davranışı, üstâdı Rükneddîn-i Çeştî hazretlerinin hareketlerinden görerek öğrendiklerini, onun ise, vahdet-i vücûd Evliyâsının büyüklerinden olduğu ve hâl ve keşflerine mağlûb olduğu hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ferd-i kâmil idiği, herkesce ma’lûm idi, buyururlardı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vahdet-i vücûde mâil oldukları hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ve islâmiyyeti yaymakda, misli yok idi. Çok def’a buyururdu ki, (Eğer ben şeyhlik etseydim, hiç bir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fekat, şeyh olmak için değil, dîni, islâmiyyeti yaymak için emr olundum). Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyurur idi ki, (Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz) emrleri ile, ba’zı meşâyıh, hergün ve her gece yapdıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçdim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de, hesâbımı görüyorum). Vahdet-i vücûdun kurucusu ve reîsi gibi olan, Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ve Seyyidüttâife Cüneyd-i Bağdâdî, tepeden tırnağa kadar, islâmiyyete uymuş idiler. Bâyezîd nemâz kılarken göğüs kemiklerinin hırıltısı işitilirdi. Hallâc-ı Mansûrun sözlerini herkes işitmişdir. Bununla berâber, her gece gündüzde bin rek’at nemâz kılardı ve i’dâm olunduğu günün gecesinde beşyüz rek’at kılmışdı. [(Ma’rifetnâme) de diyor ki, (Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerine ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına şefkatdir).]

Ne kadar şaşılır ki, kimseye karışmamalı, vicdânlara tecâvüz etmemeli diyenlerden ba’zıları, her biri başka yola sapmış bulunan Yehûdî, Cûkiyye, Berehmen, Mülhid, Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi görüşüyor ve sevişiyorlar da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, ya’nî yoluna yapışan Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürteci’, gerici ve yobaz diyor ve (Cehennemden kurtulacak yalnız bunlardır) diye müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın yolunda yürüyenler yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu hakîkî müslimânlara düşmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu doğru müslimânları incitmekden ve bunları tahkîr ve yok etmekden zevk alıyorlar. Âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere düşmanlık, Kur’ân-ı kerîmde adâvetle emr olunan kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur ve nasıl berâberlikdir? Bu düpedüz kâfirlik ve islâm düşmanlığı değil midir? [Altıncı cildde 55. ci mektûba bakınız! Bu mektûbun tercemesi (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımıza ilâve edilmişdir.]

Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin “radıyallahü anhüm ecma’în” hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraşdı. Bu yolda ne kadar eziyyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim, hadîs-i şerîfde, (Günâh işleyeni, eliniz ile men’ ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf yapmamak iyi olsaydı, günâh işleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i ma’rûf yapmayan âbid de, birlikde helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emr etdi. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehrdeki filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâ’at ve ibâdet ediyor deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü değişdirmedi) buyuruldu.

Süâl: Mâide sûresi, yüzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey îmân eden kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Doğru yolu bulursanız, başkasının sapıtması size zarar vermez) buyurulmakdadır. Burada, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmağa müsâ’ade edilmiyor denirse?

Cevâb: Buradaki doğru yolu bulmak için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri de yapmak lâzımdır. Ya’nî âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mü’min kullarım! Emr etdiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne zemân ve ne için geldiği ve bundan sonra emr-i ma’rûf ve nehy-i münker hakkında, nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler emr buyurulduğu, kitâblarda yazılıdır.

Süâl: Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ve kâfirler ile cihâd, Peygamberlerin yoludur. Evliyânın yolu, vicdânlara dokunmamak, kimseye karışmamak değil midir?

Cevâb: Bunlar nass ile farzdır. Farzlar herkes içindir. Ba’zı kimselere mahsûs değildir. Farzları yapmakda, Peygamberler, Evliyâ, âlimler ve câhiller müsâvîdir. Tekrâr söyliyelim ki, Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. Evliyânın vilâyetden, muhabbetden, ma’rifetden ve kurb-i ilâhîden ellerine her ne geçerse, bunları Peygamberlere tâbi’ ve tufeyl olmak sâyesinde kazanırlar. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur, şeytânların yoludur. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ”, buyuruyor ki, birgün Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bize bir doğru çizgi çizdi ve (Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran doğru yoldur) buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytânların sapdırdığı yollardır) buyurdu. O hâlde, bir kimse, Peygamberlere tâbi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak iğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidrâcdır. Ya’nî, sonu zarar ve ziyândır. Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Kalbe gelen bütün keşfleri, hâlleri bize verseler, fekat kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem). Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve islâmiyyetin incelikleri, esrârı hâsıl olmağa başlar. Sahâbe-i kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Selef-i sâlihîn ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül ahvâl, böyle idi. Tesavvufda, nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye ayrılan iki yol, hakîkatde islâmiyyetin gösterdiği tek bir yoldur. Zîrâ her ikisi de, insanı Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak şartı ile erdiriyor. Bunun gibi, Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Çünki, her hayâli, aslına kavuşduran bir yol vardır ve her mahlûkun (Ayn-ı sâbite)si, ya’nî (Mebde-i te’ayyün)ü, ya’nî yaratılmasına ve vücûdda kalmasına vâsıta olan ism-i ilâhî başkadır. Bu yolların hepsinden vâsıl olmak, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa bağlıdır. İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır veyâ yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların başlangıcı islâmiyyetdir. Ya’nî islâmiyyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tarîkatler, ya’nî yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir.

[Emr-i ma’rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her nev’ yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve ri’âyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmakdır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanûnlara uymak, vergilerini, borçlarını ödemek, en te’sîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, (lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır) demişlerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmakdır. İbâdet etmekdir. Tesavvuf, insanı, Rabbine yapdığı ibâdetlerde lâzım olan ihlâsa ve insanlara karşı lâzım olan güzel ahlâka kavuşduran yoldur. İnsana bu yolu Mürşid-i kâmil öğretir. Her ilmin mütehassısları vardır. İnsan, bir ilmi, bunun mütehassısından öğrenir. Tesavvuf ilminin mütehassısı, İnsân-ı  kâmildir. Başka ilmlerin mütehassıslarına kâmil denmez.]