HakikatKitabevi

Kitap-Download

12 — ÖDÜNC VERMEK

Ödünc vermek, ya’nî (Karz-ı hasen) çok sevâbdır. Çarşıda misli, ya’nî benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zemân sonra, misli geri verilmek üzere vermeğe, (Karz-ı hasen) denir. Ödünc vermek, îcâb ve kabûl ile [aldım, verdim gibi sözleşme ile] sahîh olur. Bir altın ödünc alan, bir altını öder. Değeri değişdi diyerek önceki veyâ sonraki değerde gümüş veyâ kâğıd lira veremez. Bunlar yerine altın da veremez. Alacaklı kabûl ederse câiz olur. Bir kimse gücü var iken borcunu ödemezse, alacaklı veyâ başkası, bundan zor ile alabilir. Borc ödenince, sened, borc verenin mülkü ise, ödendiğini bildiren vesîka verir. Ölüm hastasının çok alacaklısı varsa, hepsine taksîm eder. Borclu, yüz liralık senedimi ver, sana doksan lira vereyim dese, alacaklı senedi istemiyerek verse, on lira dahâ istiyebilir. Züyûf, ya’nî altın ve gümüşden başka para, meselâ kâğıd lira ödünc verdikden sonra, o kâğıdların kıymeti kalmasa, İmâmeyne göre, teslîm etdiği zemândaki kıymetinde altın veyâ bu kadar altın karşılığı geçer akça ile ödenir. Kıymeti değişirse, Ebû Yûsüfe göre, yine böyle olduğuna fetvâ verildiği, sarf kısmında yazılıdır. Hacm ile, vezn ile ölçülen her şeyin kıymetlerinin değişmeleri de böyledir. Bir kimse, birindeki alacağını, buna borcu olan başkasından istiyemez. Ev, dükkân, hayvan, elbise gibi kıyemî olan, ya’nî misli bulunmıyan şeyleri ödünc vermek fâsiddir ve hemen geri vermek lâzımdır. Kullanılması harâm olur. Satması, harâm ise de, sahîh olur. Çünki, kabz etmekle mülkü olmuşdur. Ödünc alınan kıyemî şeyin kıymetini ödemek lâzımdır. Ahmede yüz lira borcum var diyenin borclu olduğu anlaşılmaz. Ne sebeble, nasıl borclandığını da bildirmesi lâzımdır.

(Hamza efendi risâlesi şerhı) ellidokuzuncu [59] sahîfesinde diyor ki: (Ödünc verirken, zemân ta’yîn etmemelidir. Çünki, zemân ta’yîn ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur. Bu ise fâiz olur. Senede ödeme târîhi koymamakla, ödünc veren verdiğini geri almak hakkına her zemân mâlik olmakda, belli bir zemânı beklemek zorunda kalmamakdadır. Zemân ta’yîn etmeksizin ödünc vermeli ve arzû etdiği zemân isteyip geri almalıdır. Câhillerin, ödünc verilen şeyin ödenmesi istenirse, sevâbı kalmaz demeleri, doğru değildir. Kalb kırmıyarak, başa kakmıyarak, hakkını istemek câizdir. Kalb kırmak, ayrı bir günâhdır). Ödünc alan kimse, vereceği bonoya ödeme târîhi koymamalıdır. Birşey satın alan kimsenin vereceği bonoya ödeme târîhi koyması lâzımdır. Ödünc verdiği parayı geri alabilmek için, senedde ödeme târîhi bulunmak îcâb ediyorsa, ödünc vereceği kimseden kefîl ister. Kefîl ile, belli bir zemânda ödenmesine kefîl olması için anlaşır. Meselâ, kefîlden, ödeme târîhi belli bono alır. Borclunun da kefîlin ödemesi lâzım geldiği zemân ödemesi câiz olur denildi. Fekat kefîlin o zemân ödeyip, sonra borcludan alması dahâ iyi olur. Yâhud, borclu, borcunu kendine borcu olan birine havâle eder. Havâle olunanın borcunun ödeme zemânı, belli ise, alacaklıya da o zemânda öder. Belli zemânı yoksa, alacaklı havâleyi kabûl eden ile, belli bir zemânda, ödemesi için uyuşur. Bunun borcluya borcu yoksa, borclu, belli zemânda ödemek üzere buna borclandığını bildirir. Ya’nî bono verir. İki borc da aynı târîhde ödenir. Fekat, burada borclu, ödeme senedini alacaklıya vermiyor. Havâleyi kabûl edene veriyor. Alacaklı, ödeme târîhi yazılı bononun kendisine verilmesini isterse, ödünc vereceği parayı, emîn olduğu bir arkadaşına hediyye eder. Bu da bu parayı, ödünc istiyene verir. Borcunu para sâhibine havâle etmesini söyler. Para sâhibi havâleyi kabûl ederek dilediği ödeme târîhli bono yazıp, arkadaşına verir. Borclu da para sâhibine aynı târîh yazılı bono verir. Sonra, havâleyi alan, alacağını arkadaşına hediyye ederek, bonosunu geri verir. Yâhud ödünc istiyene, ödünc vereceği kadar fiyâtla ucuz birşeyi veresiye satar. Ondan bu satış için belli târîhli ödeme senedi alır. Sonra bu şeyi aynı fiyâtla, peşin olarak, ondan geri satın alır. [Altıncı madde sonuna bakınız!]. (Hadîka)da, altıyüzyirminci [620] sahîfede diyor ki: (Bir kimsenin, ödünc vereceği kimseye, hattâ bir kâğıd parçasını bin liraya bile satması câizdir. Mekrûh değildir). (Eşbâh)da diyor ki: (Ödünc verirken, senede ödeme târîhi koyabilmek yollarından biri de, Mâlikî mezhebini taklîd etmekdir. Mâlikî mezhebinde, ödünc verirken, ödeme zemânının bildirilmesi lâzımdır). (Mîzân-ül-kübrâ)da diyor ki: (Mâlikî mezhebinde, ödünc verilen malı ve satış semenini, ödeme zemânından önce veyâ sonra istiyemez. Zemânında istemesi lâzımdır). Fekat, başka mezhebi taklîd etmek, ancak, sıkışık durumlarda câiz olur. Taklîd edilen mezhebin bütün şartlarını öğrenip bunlara uymak lâzım olur. (Beydâvî)nin (Şeyhzâde) hâşiyesi, birinci cild, 590.cı sahîfesinde diyor ki, (Âyet-i kerîmedeki müdâyene ya’nî borçlanma kelimesi, muâmele ya’nî bey’ ve şirâ demekdir. Bu da, dört şeklde olabilir: Aynı ayna satmak, müdâyene değildir. Deyni deyne satmak da, bâtıldır. Aynı deyn karşılığı satmak, bildiğimiz veresiye satışdır. Deyni ayn karşılığı satmak, (selem)dir.Bu iki satışda, deynin belli vaktde ödenmesi için sened yazılır. Ödünç vermek, bu iki satışa dâhil değildir. Ödünç vermekde, belli vakt  bildirmek, Hanefîde câiz  değildir.) Vakt bildirilirse, fâiz olur. 

Ödünc verirken bir menfe’at şart koymak fâiz olur. Harâm olur. Şart koymadığı hâlde, öderken ayrıca birşey fazla vermek câizdir. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ödünc vermeği anlatmağa başlamadan buyuruyor ki, (Falana olan borcuma kefîl ol dese, o da kabûl edip ödese, kefîl borcluya, (Belli zemânda bana ödersin) diyebilir. Fekat, falana olan borcumu öde dese, o da kabûl edip ödese, borclunun bunu ona belli bir zemânda ödemesi câiz olmaz. Çünki, borclu için ödemiş, borclu şimdi buna borclu olmuşdur. Borcun belli bir zemânda ödenmesi ise câiz değildir).

(El-Ukûd-üd-dürriyye) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Alacaklısına, evini verip ücretsiz otur demek, fâsiddir. Ecr-i misl lâzım olur. Alacaklısına evini rehn verip, ücretsiz oturmasına izn verse, ücret lâzım olmaz. Alacaklıya rehni kirâya verirse, rehn fâsid olur. Alacaklının rehnden istifâde etmesi tahrîmen mekrûhdur. Bir kadın, oğlunu evinde, ta’mîr etmek şartı ile oturtsa, senelerce oturup,  ta’mîr etmeden çıksa, anasına ecr-i misl ödemesi lâzım olur).

Büyük âlim Hayreddîn Remlî hanefî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Zimmî zimmîye elli lira ödünc verip, fâizi ile birlikde ellibeş lira alsa, beş lirayı geri vermesi lâzımdır. Çünki, fâiz her dinde harâmdır.)

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbında diyor ki, (Dört mezhebde de ödünc vermek müstehabdır. Belli bir zemân sonra alacağı satış parasının bir kısmını, vaktinden önce almak için, geri kalandan vaz geçmesi câiz değildir. Bir kısmını vaktinden önce alıp, geri kalanı, vaktinden sonra, başka vakte bırakması da câiz değildir. Vaktinden önce, bir kısmını aynen, gerisini de, başka şey olarak almak câiz değildir. Vakti gelince, bir kısmını alıp, geri kalanı, başka vakte bırakması veyâ vaz geçmesi câizdir). Peşin olan satış semeni için, yarısını şimdi (veyâ yarın) verirsen, gerisi bir sene sonra olsun demek câizdir.

Ödünc verirken veyâ verdikden sonra, alacağının taksîdler hâlinde ödenmesine râzı olmak câiz değildir. Taksîd ile, uzun zemânda ödenmesini kabûl eden alacaklı, bu sözünden vaz geçebilir. Hepsini birden peşin istiyebilir. Borclu, elinde taksîdle ödiyeceğini bildiren sened olduğu hâlde, gücü yeterse, hepsini birden ödemeğe mecbûrdur. Borclu bir kısmını inkâr ederse, mümkin olanı belli zemânda almak câiz olur. Mehr-i mu’accelin de te’cîli câiz değildir. Kadın veyâ vârisleri, hepsini hemen alır. Borcludan kefîl istemesi ve kefîlin belirli târîhlerde taksîdlerle ödemesi câizdir.

Bir vakte kadar ödünc vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti beklemeden, alacağını istemesi câizdir. (Mâlikî mezhebinde, ödünc verenin, şart olmasa dahî, borcludan hediyye alması, yemeğini yimesi ve ondan herhangi bir sûretle menfe’atlenmesi câiz değildir. Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, söz kesilirken şart edilmezse, câiz olur). Hanefî mezhebinde, ba’zı âlimler, şart etmeden alması câiz olur dedi ise de, ba’zıları, şartsız hediyye almak da câiz olmaz dedi. Birincisi, kendisine her zemân hediyye vermesi âdeti olan kimseden alması olup, fetvâ yoludur. İkincisi ise, takvâ sâhibleri içindir. Borc alanın âkıl ve hicr edilmemiş olması lâzımdır.

Ödünc verirken şart edilmediği hâlde, borclunun, sonradan yüksek fiyâtla, alacaklıdan mal satın alması câiz ise de, mekrûhdur. Şems-ül-eimme Hulvânî harâm olur dedi. Fekat, ödünc verme sözleşmesi olmadan önce, meselâ bin lira değerindeki kumaşı binbeşyüz liraya satın alsa, ayrıldıkdan sonra, tekrâr gelip dörtbin lira da ödünc alsa, câiz olur ve satana beşbinbeşyüz lira borcu olur. Hâlbuki borcu beşbin olmak lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, böyle mu’âmeleye yüzde beşden fazla olmamak şartı ile câiz olur denildi. Yüzde beşden fazla farklı ödünc verirse, ya’nî ödünc vermeden önce, (Mu’âmele) ile, satacağı malın fiyâtı, ödünc verdiği paranın, yüzde beşinden fazla olursa, harâm olur ve böyle ödünc veren habs olunur. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr)ın bu satırlarını geniş açıklıyor. Sultânın emri ile, yüzde onbeşe kadar mu’âmele ile satış fetvâsı verildiğini, buna câiz diyen âlimleri ve büyük fıkh kitâblarını bildiriyor. (Bezzâziyye) fetvâsında, sarf bahsinde diyor ki, (Ribh ile ödünc istiyen muhtâc kimse, buna bir malı on liraya satsa ve teslîm etse, ödünc verecek olan da, bu malı, sonra o kimseye on iki liraya satsa câiz olur. Satışı, ödünc verildikden sonra yapmak iyi olur. Mal, ödünc verenin ise, bunu ödünc isteyene, dilediği bir müddetle, meselâ oniki liraya, veresiye satar. Malı teslîm alınca, üçüncü kimseye on liraya satıp teslîm eder. Bu kimse, ödünc verene on liraya peşin satıp, malı buna verir. Aldığı on lirayı, ödünc isteyene vererek borcunu öder. (Bahr)de diyor ki, (On lira alacağı olan bir kimse, belli zemân sonra onüç lira almak isterse, borclusundan bir malı bu on lira karşılığı satın alıp, malı kabz etdikden sonra, belli zemân sonra ödemek üzere, ona onüç liraya satar).

İslâm mahkemelerinde yüzde onbeşe kadar mu’âmele ile satış da’vâları kabûl ediliyordu. Meselâ, [1288] de basılan (Dürr-üs-sukük) adındaki kitâbda, sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânındaki şer’ıyye mahkemelerinin birkaçyüz karâr sûreti yazılıdır. İkinci cild, altmışbeşinci [65] sahîfede diyor ki: Alî ağa, Velî ağa karşısında ikrâr-ı kelâm ediyor. İşbu Velî ağa, malından bana üçbin kuruş ödünc teslîm etdikde, ben dahî teslîm aldım. Bu para ve semeni işbu târîhden bir sene temâmına değin müeccel, yine Velî ağadan satın aldığım bir cild (Kudûrî) kitâbı semeninden dahî dörtyüzelli kuruş ki, cem’an üçbindörtyüzelli kuruş deynimdir, dedikde, tasdîk olundu). Dörtyüzelli kuruş, üçbin kuruşun yüzde onbeşi olduğundan, câiz görülmüşdür.

Fâiz günâhından kurtulmak için (Iyne) yolu ile de ödünc vermek câiz olur denilmişdir. İbni Âbidîn (Sarf) ve (Kefâlet) sonunda buyuruyor ki, (Iyne satışında zengin on lira değerindeki malı fakîre meselâ oniki liraya veresiye satar. Fakîr, malı alıp, başkasına, peşin on liraya satarak, on lira almış olur. Zengine oniki lira borclu olur. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre câizdir. (Feth-ul-kadîr)de mekrûh bile olmadığı yazılıdır. İmâm-ı Muhammede göre câiz değildir. (Hadîka) ve (Berîka) kitâblarında diyor ki, (Iyne, bir malı veresiye satıp, bunu aynı meclisde, bu müşterîden peşin ve ucuz satın almakdır. İkinci semen ayn, ya’nî peşin olduğu için, böyle satışa, (Iyne satışı) denildi. İki semen, önceden karârlaşdırılıp şart edilirse, sözbirliği ile harâmdır. Önceden şart edilmezse, Şâfi’îde câiz olur. Müşterî, bu malı aynı meclisde, başkasına satarsa, câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Iyne satışı yaparsanız ve cihâdı terkedip, zirâ’at ile uğraşırsanız, Allahü teâlâ sizi zelîl eder. Dîninize dönmedikce, bu zilletden kurtulamazsınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harâm olan Iyne satışını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâm, halâl olan Iyne satışı yapardı. Meselâ, bir zengin, ödünc isteyen bir fakîre, bir malı ikibin liraya veresiye satar. Başkasını gönderip, bu da kendi için o malı fakîrden bin liraya peşin alır. Sonra zengine bin liraya satıp, fakîri zengine havâle eder. Zengin de, kendine havâle olunan bin lirayı fakîre öder. Günü gelince, fakîrden iki bin lira semeni alır. Böyle satışı, Resûlullah emr buyurmuşdur. (Kâdîhân)da yazılıdır).

[(Bahr)da diyor ki, (Muhtâc olanın fâiz ile borc alması câizdir). Fekat, buna da fâiz ile ödünc vermek harâmdır [Eşbâh]. Nafakası olmayıp bulamıyanlara muhtâc denir. İslâmiyyet, bu ihtiyâcı zarûret kabûl etmekdedir [Eşbâh]. Böyle bir fakîr fâizsiz (Karz-ı hasen) bulamazsa, harâm olduğu için fâiz ile de ödünc veren bulunmazsa, bu fakîri telef olmakdan kurtarmak için, ihtiyâcı kadar mu’âmele ve îne yolu ile ödünc verilmesi câiz oldu. Nafakasından fazla mal, binâ sâhibi olmak için ve ticâretine sermâye yapmak için fâiz ile ödünc almak ve buna, mu’âmele ve îne yolları ile de ödünc vermek câiz değildir.] Sekizyüzelliüçüncü sahîfeye bakınız!

Selem yolu ile ödünc vermek, ya’nî köylüye, ödünc parayı, çok ucuza selem semeni olarak peşin verip, sonra bu para karşılığı olarak, yeni senenin mahsûlünden çok fazla buğday veyâ pancar veyâ pamuk satın almak câiz değildir. Sözleşme zemânında çarşıda bulunmıyan gelecek sene mahsûlü selem yapılmaz. Köylüye, böyle câiz olmıyan, selem yolu ile para vermek, (Mu’âmele) ile ödünc vermekden ve (Iyne)den dahâ fenâdır. Köylüleri ve köyleri harâb etmekdedir.

Âriyet diyerek verilen mal, ödünc verilmiş olur. Zâten ödünc vermek, âriyet vermek demekdir. Âriyet, bir malı, kullanmak için vermekdir. Malın kendi geri alınır. Ödünc verilen mal ise, geri alınırken, misli satılmış olup, semen alınmış olur. [(Mecelle)de diyor ki, (Âriyet), ücretsiz olarak kullanmak için verilen mala denir.]

Al, sarf et diye verilip, hediyye olduğu söylenmiyen para, teslîm edilince, ödünc verilmiş olur. Al, giy diyerek verilen elbise, hediyye olur.

Ödünc verileni kendisi veyâ vekîli teslîm alınca, ona mâlik olur. Veren, verdiğini geri istiyemez. (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki, (Ödünc alınanı kabz etmeden önce kullanmak câizdir). Borclu, ödünc aldığı malın veyâ paranın mislini, ya’nî benzerini ödemesi lâzımdır. Ödemeden önce, borcunu [ödünc aldığı şeyin kendisini değil] alacaklısından peşin satın alabilir ise de, veresiye satın alamaz. Ödünc aldığını alacaklısına satabilir. Bunun gibi, bir kimsenin, mal satmakdan veyâ ödünc vermekden veyâ mîrâs, hediyye, sadakadan ve ücretden ölçülebilen mal veyâ para alacağı olsa, bunu teslîm almadan önce, borclusuna veyâ başkasına veresiye satması câiz değildir, harâmdır. Pazarlık etdiği yerde semenini alsa, peşin satmış olur. Bu da, yalnız borclusuna câizdir. Para bozdururken birinin peşin kabz edilmesi lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Yalnız, taşınabilen bir mal satın alındığı zemân, bunu teslîm almadan önce, peşin de olsa, hiç kimseye satmak câiz değildir. Görülüyor ki, ödünc mal alan kimse, ödemek için bunun benzerini bulamayınca, yerine başka mal veyâ parasını vermek için sözleşirlerse bunu, söz kesilen yerde, hemen peşin vermesi lâzım olur. Malı veyâ parayı ilerde vermek için sözleşmeleri harâm olur. Harâmdan kurtulmak için, borclusundan borc karşılığı az bir malı peşin satın alıp, kabz etdikden sonra, bu malı ona o paraya veresiye satar. Anlaşamazlarsa, benzeri bulununcıya kadar beklenir. Dördüncü madde sonuna bakınız! Buğday ödünc alsa, buğdayın fiyâtı çok değişse, yine aynı hacmda buğday ödemesi lâzımdır. Bir kimsenin, birisinden yüz lira alacağı varken, bu kimsenin, alacağı ile takas edilmemek şartı ile ondan yüz liraya mal satın alması fâsiddir.

(Mecmû’a-i cedîde)de, (Kâdîhân)dan alarak diyor ki, (Ödünc almakla, gasb etmekle veyâ mal satın almakla yüz lira borclanan kimse, alacaklısına bir altın ödünc verse, bu alacaklarını [ya’nî yüz lira ile bir altını] birbirlerine satmaları câiz olur. Başka cinsden olan böyle borclarını birbirlerine satmaları, bu mallar ellerinde imiş de birbirlerine satıyorlarmış gibidir. Yüz lirayı ve bir altını birbirlerine teslîm etmiş gibi olurlar. Borclarını takas etmeleri, ellerindekilerini mubâdele gibidir. Bunun gibi, bir teneke dolusu buğday borcu olan kimse, alacaklısına bir teneke dolusu arpa ödünc verse, sonra bu buğday ile arpa borclarını birbirlerine satmaları câiz olur). Ondokuzuncu madde ortasına bakınız!

Eti dartarak, ekmeği dartarak veyâ sayarak ödünc vermek câizdir.

Alacaklı, borclunun malını görünce, borcun benzeri mal ise, onun rızâsı olmadan alabilir. Başka bir kimse de alıp, alacaklıya verebilir.

Bir kimsenin, birisinde elli altın alacağı varken, borclu, alacaklıya elli altın emânet bırakırsa, her ikisi râzı olmadıkca borca sayılmaz.

Bir kimsenin borcunu başkası ödiyebilir. Borc ödiyenin, borc senedi kendi mülkü ise, geri istiyebilir. Ödünc verilen borc, belli mikdâr ve belli zemânlarda taksîde bağlanamaz. Eline geçdiği zemân, geçdiği kadar ödiyerek borcunu bitirir. Fekat borcunu başkasına havâle ederse, havâleyi kabûl eden, belli taksîtlerle ödiyebilir.

Ödünc alınan mal karşılığı olarak, iki tarafın uyuşduğu semen, para şeklinde peşin olarak ödenebilir. Bu sûretle, malı alacaklıdan peşin satın almış olur.

Borclu, alacaklının senedi gayb etmesi ile borcu ödemekden kaçınamaz. Sâlih olan iki şâhid göstererek, alacaklı olduğunu mahkemede isbât eder. Bunun için, şâhid yanında ödünc vermelidir.

Borclu borcunu, aldığı yerde veyâ alacaklının râzı olduğu yerde öder.

Kefîl ve havâle olmadan, kimse başkasının borcunu ödemeğe zorlanamaz. Vâris, kendi malından, meyyitin borcunu ödemeğe zorlanamaz. Deliye ve çocuğa ödünc verilmez. (Bahr-ül-fetâvâ)da, Hibe bahsinde diyor ki, ([Hükûmetdeki işini ta’kîb etmesi için, borclusuna emr vermek fâiz olur]. Borclu bu işi yapınca, borcundan onu ibrâ eylemek rüşvet olur. Alacağını yine istiyebilir). (Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, (Kendi malından zevcine verip, bunu sat! Semeni ile nafaka al dese, zevcini satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet vermiş olur. Âriyet olarak verilen mislî mal, karz olur).

Ödünc verilecek parayı almak için (Vekîl) olunur. Birisinden ödünc istemek için vekîl olunmaz. Bunun için, yirmi kişiye verilen ödünc parayı almak için içlerinden birini vekîl yapsalar, aldığı paranın yirmide birini öder. Zengin, paranın hepsini sana vermişdim, hepsini sen ödiyeceksin diyemez. Birisinden ödünc istemek için (Resûl), ya’nî haberci göndermek câizdir. Malı zenginden isterken, kendi için isterse, vekîl olur ki, câiz değildir. Fakîr için ödünc verilmesini söylerse veyâ falanca kimse, senden ödünc istiyor diyerek alırsa, resûl olur. Falan kimse için bana ödünc ver, yâhud bana ödünc ver derse vekîl olur. Alışverişde de böyledir. Kendi için söz keserse, vekîl olur. Gönderen kimse için söz keserse, resûl olur.

Malı olduğu hâlde, borcu az olsa dahî, ödememek harâmdır. Böyle kimse akrabâsı ve kadın, çocuk olsa bile, habs olunur. Yalnız ana, baba, çocuklarına borclu oldukları için habs olunmaz. Habsde bulunanın, cum’a, bayram, cenâze nemâzlarına, hacca, hastaya gitmesine izn verilmez. Ödeyinciye veyâ fakîr olduğunu isbât edinciye kadar habsde kalır.

(Fetâvâ-i Hayriyye), ikinci kısm başında diyor ki, (Malı olan, borcunu ödemeyince habs olunur. Yine ödemezse, İmâm-ı a’zama göre, ödeyinciye kadar habsde bırakılır. İki imâma göre, kâdî malını, evini satarak öder. Sonra habsden çıkarır. Fetvâ da böyledir. Dayak atmak câiz değildir). Üst  katın sâhibi, alt katı, sâhibinin izni ile ta’mîr etse, masrafını alt katın sâhibinden ister. Vermezse habs olunur.

(Mecelle)nin altıyüzellialtıncı [656] maddesinde diyor ki: (Semenin ödeme günü gelmeden evvel borclu başka memlekete gitmek istese, alacaklı hâkime mürâce’at ederek, ondan kefîl veyâ rehn isteyince, bunu vermeğe mecbûr olur. Vermezse sefere gitmekden men’ olunur. Başka yere gitmiyen borcludan kefîl istenemez. Borclunun arzûsu ile kefîl olan da, borclu başka yere giderken, borcu bana veyâ alacaklıya öde! Yâhud alacaklıya beni afv etdir, sonra git diyebilir). Binaltıyüzdokuzuncu [1609] maddesinde diyor ki, (Bir kimse, kendisi yazıp yâhud bir kâtibe yazdırıp da, imzâlı yâhud mührlü olarak başkasına vermiş olduğu deyn senedi, üsûl ve âdete uygun olarak yazılmış ise, söylemesi gibi kıymetli olur. Senedin, kendisinin olduğunu söyleyip de, seneddeki borcu inkâr ederse, inkârı kabûl edilmez. Ödemesi lâzım olur).

1296 [m. 1879] târîhli icrâ kanununun otuzikinci [32] maddesinde, (Borcunu ödemek istemiyen borclunun malı olduğu, vesîka veyâ ihbâr ile anlaşılırsa, mahkeme, borcluyu habs eder veyâ hacz etdirir). Altmışbeşinci [65] maddesinde, (Satılan eşyâ ve mülk parasından, önce icrâ masrafları, sonra borc ödenir). Damga kanûnunun onüçüncü [13] maddesinde, (Makbûz senedleri için damga vergisini, pul harcını, parayı alan öder) diyor. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hâkim ve müftîlerin sened ve evrâk yazmak için ücret almalarının câiz olduğunu açıklamasından anlaşılıyor ki, ödünc verme, sened ve başka masraflarını, âdete göre ödünc veren ve alandan herhangi birinin ödemesi câizdir.

Ödünc istemek ancak lâzım olunca câiz olur. Lâzım olmak üç dürlüdür:

1 — Lüzûm-i îcâbî. Nafakası olmıyanın veyâ kazancı şübheli olanın, halâl nafaka almak için, ödünc istemesidir. Setr-i avret için çamaşır parası da böyledir.

2 — Lüzûm-i aklî. Evi olmıyan kimsenin, memleketin âdetine göre, kirâ veyâ satın almak için ödünc istemesidir. Soğukdan korunmak için, elbise parası da böyledir.

3 — Lüzûm-i istihsânî. Mevkı’i, vazîfesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek için, ödünc istemekdir. Bu üç lüzûm için, fâizsiz ödünc istemek câiz olur. Yalnız bunlara ödünc verilir. Başkalarına, zâlimlere, fâsıklara ödünc verilmez. İhtiyâcı olana ödünc verilir. İhtiyâcı olmıyana, malını lüzûmsuz yerlere, harâma harc edene verilmez. Başkasına ödünc vererek, kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisâba mâlik olmıyan kimsenin, kurban kesmek için ödünc istemesi câiz değildir.

 

Çün ezelde, kün deyip ol perverdigâr,
bir bedîa halk edip, o kirdigâr.

Rûh deyû nâm eyledi, ol dilbere,
künhünü bildirmedi âcizlere.

Bu değildi, âlem-i halkdan, meğer,
âlem-i emr-i Hudâdır mu’teber.

Şöyle fermân eyledi, Rabb-i mu’în,
âmir ol nefse, ona uyma sakın!

Çünki rûh, emr-i Celîli dinledi,
ol mübârek, gör ki, oldem neyledi:

Tutdu fermân-ı Hudâyı, o latîf,
başladı seyr-ü sülûke, ol şerîf.

Aşk-ı Hakla, uçdu cevlân eyledi,
çok âlemler gördü, seyrân eyledi.

Buldu bir âlem ki, nâ mahdûd idi,
mâ verâ-i Arşa dek, memdûd idi.

Öyle vâsi’ ki, bulunmaz gâyeti,
şâmil olmuş, Arş-ü nâr-ü Cenneti.

Her hakâyık, orda etmişdi zuhûr,
cism-ü cismânî değildi, cümle nûr.