HakikatKitabevi

Kitap-Download

52 — DÖRDÜNCÜ CİLD, 230. cu MEKTÛB

Bu mektûbu, babasının üstâdı Muhammed Bâkî-billahın “kuddise sirruh” oğlu hâce Muhammed Ubeydüllahın mektûbuna cevâb olarak yazmış olup, vücûd-i ilâhînin, Zât ile aynı olup olmadığı ve fen taklîdcilerinin, tabîatde var olan yok olmaz ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlış olduğu ve nemâzın kemâlâtı bildirilmekdedir:

Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetişdireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” için ve Ona yakın olanların hepsi için düâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oğlunun, lutf ve inâyet buyurduğu mubârek mektûbu, bu câhili şereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü, yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) mes’elesi, bize dedelerimizden mîrâs kalan bir ilmdir. Bunu tekrâr bu muhtâca yazmanız, ma’lûmu i’lâm ve belli olan şeyi izhâr etmekdir. Bundan evvel sizi râhatsız etmekden maksad, vahdet-i vücûd bilgisinden dahâ yüksek, başka ilm de bulunduğunu bildirmek idi. Bu iki ilm arasındaki fark, cevzin kabuğu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki, maksadımız anlaşılmadı. Yazdıklarımız, ma’nâsız, boş lâf sanılmış. Hasbünallah ve ni’mel-vekîl!

(Zât-i ilâhî tecellî etdikden sonra, sıfatları tecellî etmeğe, görünmeğe başlar ki, bunların tecellîlerinin sonu yokdur) buyurmuşsunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin, Tecellî-i zâtdan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar yükseldikden ve geri dönüp temâmen indikden sonra, hiçbirşeye benzemiyen, hakîkî varlık, bu kâinâtın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, birşeye benzetilmiyerek görülür) demeğe cesâret etmek de, ne kadar ağır ve çirkindir. Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakîkî olan zât-ı ilâhî olduğunu nerden anladınız? Fârisî mısra’ tercemesi:

              Rü’yâda meğer fare deve sanıldı!

Kevser şerâbından elinize yalnız hava girmiş. Te’ayyünleri, hakîkî mutlak sanıp, bunları, başka şeylerden münezzeh bulmuşsunuz. Belki de hakîkî mutlakı, mukayyedlerin, ya’nî te’ayyünlerin içinde sanmışsınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek olur. Nitekim bunu evvelki mektûbumda bildirmişdim. Böyle olsa bile, mutlak olan hakîkîye âşık kimse, mukayyedler Onun aynı olsa bile, mukayyedlere bağlanıp kalmaz. Mukayyedler, mutlakın aynı olsa da, herbiri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine karışdırıp, birine tutulmağı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüşlülükdür. Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fekat bu iki ibtilâ arasında çok fark vardır. Hayvân istiyen biri, her ikisi de hayvân olduğu hâlde, at yerine koyunu istemez. Hâlbuki, hayvânlık ikisinde de aynıdır. Hayvânlık mertebesinde ayrılık yokdur. Büyük üstâd Behâeddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh” sözüne ma’nâ verirken, gayrı olmak, hakkın başkası değil, matlûbun başkasıdır, demişsiniz. Bu, yukarıdakine uygun olmuyor. Her zerrede hakîkî mutlakın varlığı görülünce, matlûbun başkası nasıl olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymıyan, bir ma’nâ vermek de doğru değildir. Evet o büyük üstâd yalnız vahdet-i vücûdü tadanlardan olsaydı, sözüne ma’nâ aramanın yeri olurdu. Mubârek sözlerinde bulunan, Mutlak [ya’nî her bakımdan mahlûklara benzemiyen] kelimesi, (Lâ te’ayyün) ve (Gayb-i hüviyyet) mertebesidir. Çünki, hakîkî mutlak, her bakımdan tecerrüd ve tenezzüh ile, bu mertebeye uygundur. İşte bu yolun büyükleri, ilmin, ma’rifetin ve müşâhedenin yetişemiyeceği, böyle münezzeh mertebeyi istemeği men’ ediyor ve bunu taleb etmeği vakt öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini söylemek, ma’nâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca, Onun şevki ve talebi men’ olunur mu? Eğer murâd, vahdet mertebesi ise, bu mertebe, bir bakımdan mutlakdır. Her bakımdan mutlak olan, dahâ üstündeki mertebedir. O hâlde, vahdet mertebesine, hakîkî mutlak demek, uygun değildir. Matlûb, bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlûbu bırakıp da, yolda kalmak, tam bir isteğe uymaz. Herne kadar bu te’ayyüne, müte’ayyinden başka demiyorlarsa da, te’ayyün, te’ayyündür. Himmeti, arzûsu yüksek olan, aldanıp burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbûbluk, ma’şûkluk yolu olduğu için, burada kalmaz. Bu te’ayyünün, bütün eşyâ ile aynı olması ve gayrı olmaması sebebi ile, lâ te’ayyünün talebinden mahrûm kalmazlar. Fârisî beyt tercemesi:

Dostun firâkı, az sürse de, az değildir,
Gözde bir kılın bulunması çok ağır gelir!

Süâl: Bu te’ayyün, müte’ayyinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini bulmak, görmek olmaz mı?

Cevâb: Bu te’ayyünü bulmak, Onu bulmuş olmak ise, niçin bunun üstünü aramakdan korkutuyor ve men’ ediyorlar. Demek ki, bu iki mertebeyi bulmak başka başkadır. O memnû’ oldu, bu ise men’ edilmedi.

Süal: O mertebe bulunamaz ve kavuşulamaz olunca, niçin Ona âşık oluyorlar. Onu aramakla vakt gayb ediyorlar?

Cevâb: Bu süâli kabûl edersek, cevâbımız şöyle olur ki, aşk ve muhabbet, insanın elinde değildir ki, aklın gösterdiği sebeblerle men’ olunabilsin ve sâdık olan âşık, kavuşulamıyacağı belli olan sevgilisini aramakdan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercemesi:

Saçının kıvrımlarını pekçok seviyorum,
Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.

Zevallı âşıklar, sevgililerine kavuşmak için yanıp, kül olmak ister. Belki ismleri, nişânları unutulsun isterler. Ondan başkası ile râhat bulmazlar. Ondan ellerine birşey geçmezse de, azâr işitseler de, red edilseler de, yine ma’şûku isterler. Şâ’ir bunu ne güzel anlatıyor. Fârisî beyt tercemesi:

Elime geçmese eteğin bile,
Başkasına bakmam, şekerim yine!

Zevâllı âşıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi se’âdeti yetişir. Bu bî-çârelerin, ayrılık derdini çekdiklerini gördüğünü bilmeleri kâfî gelir. (Sen onu görmedin ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki aşkdan maksad, dert ve gam çekmekdir. Kavuşmak hiç hâtıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakt öldürmek denebilir ki, bu dert ve elem, o zevallı âşıkın ömrünün sermâyesi olmuşdur.

Fârisî beyt tercemesi:

Derd-i gamın olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!
Keşki gamına yakalanmış olsaydım, dahâ evvelce!

Bu ma’rifetin, tanımanın hâssaları, alâmetleri vardır, buyurmuşsunuz! Tevhîd, hakîkatde şühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, ya’nî hakîkatde mevcûd değildir ki, bu alâmetlerin hâsıl olması lâzım gelsin. Tevhîd hâllerinin hepsi, sâlikin görüşüdür. Onun sıfatları değişmez. Allahü teâlânın sıfatları hâline dönmez. Hakîkatleri değişmez. Mümkinin, ya’nî mahlûkun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidâyeti, Allahü teâlânın hidâyeti olurdu. Hâlbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdiğini hidâyete, doğru yola getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ istediğine hidâyet ihsân eder) buyurdu. Bunun gibi, hadîs-i şerîfde, (Siz dünyâ işlerinizi dahâ iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Bunlar ne demekdir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilm-i ilâhî için bu sözü söyliyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmiş olsaydın!) ve (Bana ve size ne yapacağını bilmem) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunu hikâye buyuruyor. Bunların hepsi mahlûkla Hâlıkın sıfatlarını ayırmıyor mu? Burada, elverişli olan sâliklere, çok fâideler vardır. Çünki, seyr-ü sülûkden, ya’nî tesavvuf yolunda yürümekden ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekden maksad, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmakdır. Bu da Tevhîd-i şühûdî ile hâsıl oluyor. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zevallılığın meydâna çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. Yoksa, kullukdan kurtulmak için ve (hâşâ) Allah olmak için ve Onun zâtının kemâlâtına kavuşmak için değildir. Bunları istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstâd buyurdu ki: (Kulluk ile sâhiblik, âmirlik ve me’mûrluk bir arada olamaz).

(Vahdet mertebesinde hakîkî fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince; Vahdet-i vücûd erbâbı, hep enfüse âşık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmak demekdir. Hâlbuki bunlar, her ân, her zerreye âşıkdır. Herne kadar zerreleri Ondan başka bilmezler ise de, hakîkatde O değildirler. Onun gayrısından temâmen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdâbdan kurtulmak, Onu âfâk ve enfüsün dışında aramak lâzımdır. Yâhud şöyle cevâb veririz ki, bu hâssalara ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmıyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor. Çünki, Fenâ ve yok olmak zemânında, mahlûkat bilinmiyor. Mahlûklar, madde ve sıfat hâlinde olmıyor. O hâlde, tevhîd mertebesinin nihâyetine yetişip hakîkî Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmağa nihâyet demek nasıl doğru olur?

Asl sözümüze dönelim! Mümkinâtın, mahlûkatın varlığı olsaydı, o zemân (Fenâ-i vücûdî) olurdu. Hâlbuki, onların vücûdleri, yalnız görünüşdedir. Emânet bırakılan şey, emânetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin değişmesinden başka birşey yokdur. Fekat (Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım) buyurduğu için, burada da, bu tevhîd-i şühûdî olgunlaşdıkca, sâlike dahâ başka mu’âmele ederler. Bu alâmetleri, dahâ çok hâsıl ederler. Başkaları bu mu’âmelelere inanmıyabilir. Çünki onlar, tevhîd yolunda henüz ilerlemekdedir. Hâlbuki bunlar, tevhîdin hakîkatlerine varmış ve inceliklerine öyle dalmışlar ki, özüne işlemişler, yüksek derecesine ermişlerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdâdı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler “aleyhimüsselâm” için ayrılmış olan ilmlere kavuşmuşlardır.

Ey merhametli kardeşim! Tevhîd-i vücûdî ma’rifetlerinden bildiklerinizi yazınız ki, bunlar kıymetli hâllerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan çok şeyler söylemişdir. Herne kadar muhabbet serhoşluğu ve aşkın çokluğu ile söylemişler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermekdedir. Büyük pederim Abdül-Ehad “kuddise sirruh”, tevhîd-i vücûdde çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitâblar yazmışdı. Bununla berâber, islâmiyyetin edeblerinden hiçbirini bırakmazdı. Hakîkati bilenlerin hepsi de böyle idi. Fekat, başka büyükleri beğenmemek, yalnız kendi bilgilerinin doğru olduğuna inanmak ve bunlardan başkasına kıymet vermemek, sizin gibi büyükler için, çok şaşılacak şeydir. Bunun gibi, Muhyiddîn-i Arabîyi “kuddise sirruh” Evliyânın sonu bilmek, kendi büyüklerimizin hepsinin Evliyâlığına inanmamak olur. Yüksek yaradılışlı olanların, böyle sözlere cesâret etmelerine doğrusu şaşılır. Bunlardan dahâ şaşırtıcı birşey de, İbni Sînâyı çok sevgi ile anlatıyorsunuz. Hâlbuki, onun bozuk inanışları, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir ve kâfirliğine ve dalâletine sebeb olmuşdur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, eski Yunan felsefecilerinin sözlerini bildirdikden sonra, (Onlar ve onların yolunda bulunanlar ve meselâ Fârâbî ve İbni Sînâ, kâfir olmuşlardır) diyor. [O hâlde, bu kâfirlerin ve Avrupadaki inkılâb önderlerinin kitâblarında ve tercemelerinde bulunan, din hakkındaki, câhilce uydurma, zehrli yazılara inanmamalı, aldanmamalıdır. İbni Sînânın, felsefeci görüşü ile yazdığı nemâz kitâbını okumamalıdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbının sonunda, İbni Sînânın (Müstezâd) kitâbından parçalar yazarak, bunların küfr ve zındıklık olduğunu bildirmekdedir.] Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, büyüklerden birine rü’yâda, İbni Sînâ için, (Allahü teâlâ, onu ilmi ile dalâlete götürmüşdür) buyurmuşdur. Başka biri de, buna benzer rü’yâ görmüşdür. Böyle sözleri yabancılardan duysaydık, bu kadar şaşmazdık. Fekat, sizin gibi zâtlardan, bu gibi sözlerden az birşeyin, hurmetkârlarınızın kulaklarına çarpması, ne kadar şaşırtsa yeri vardır. Şaşkınlıkla bu yazılara cesâret olundu. Afv buyurmanızı ümmîd ederim. Efendim! Âriflerin reîsi olan, yüksek üstâdımız, dînin müeyyidi, vefât edecekleri zemân, buyurmuşdu ki, (İyi anladım ki, tevhîd dar bir yol imiş. Geniş cadde başka imiş). Mektûbunuzda, onlar [ya’nî Muhammed Bâkî “kuddise sirruh”] kesretde vahdeti görmek mertebesinde idi, buyuruyorsunuz. Şu hâlde, vefâtları sırasındaki bu sözlerini ne sebeble söylediklerini duymamış olacaksınız ki, buna başka ma’nâ vermeğe kalkışıyorsunuz. O hazret, yalnız bu sözü söylemedi ki, buna ma’nâ aranılsın. Zâten ma’nâsı meydândadır. Ma’nâsı meydânda olan bir söze başka ma’nâ verilmez. Sonra bu sözü de durup dururken söylemediler. Fârisî beyt tercemesi:

Râhat bir gece ve hoş mehtâb bul bana!
O zemân söyliyeyim bak, herşeyi sana!

O böyle söyleyince ve bu makâmda olunca, sizin ona [ya’nî babanıza] herkesden dahâ çok uymanız lâzımdır. Keşfe, hâle kapılsanız da, üstâdınızın yolundan ayrılmamalısınız! (Bu ma’rifetler, bilgiler, akla da, nakl olunan haberlere de uygundur) buyuruyorsunuz. Burada gösterdiğiniz haberlerin çoğu müteşâbihât kısmındandır. [Ya’nî ma’nâları, diğer meşhûr haberlere uymayıp, başka ma’nâ verilmesi lâzım olan haberlerdir.] Aklın kabûl etmesi de, aklın ereceği, anlıyacağı şeylerdedir. Akl kuşu, tevhîd mertebesine uçamıyor ve buradan haber alamıyor. Derin âlimlerden Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu mes’ele, akl çerçevesinin dışındadır. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, aklın dışında olan şeyler, keşf ve müşâhede ile, [ya’nî kalb gözü ile] görülür, akl bunları anlıyamaz. His uzvları da, aklın anladığı şeyleri anlıyamıyor.

İşte keşf ve müşâhede yolu ile anlaşılmışdır ki: Varlığı lâzım olan hakîkî varlık, ne küllîdir, ne de cüz’îdir [ya’nî ne parçalanamıyan bir zerredir, ne de parçalanabilen bir toplulukdur]. Maddîciler diyor ki, (Yok olan, var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu isbât etmeğe lüzûm bile yokdur, bunu herkes bulabilir). Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar, elbette, birşeyi yokdan var edemez. Hiçbirşey yaratamaz. Fekat, bu sözü Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak bir şey değildir. Bunu söylemek, âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini, bütün dinler sözbirliği ile bildirmişdir. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu önceden yaratdık. Hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye de uygun değildir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden büyüklerin başlarının tâcı, Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde, (İnsan, adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ vermişdir. Bu sözleri, hem de Allahü teâlânın birşey yapmıyacağını bildirir. Çünki, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın, var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan, yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ, Allahü teâlâ, eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar, cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek? Bunların her zemân yeniden meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl, bu sözü söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok yüksekdir.

Allahü teâlânın sıfatları kendinin aynıdır demek de, Ehl-i sünnete uygun değildir. (Te’arrüf) kitâbının sâhibi [Şeyh Ebû Bekr Muhammed bin ebî İshak Gülâbâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”], (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, sıfatların, Onun kendi olmadığı gibi, ayrı da olmadığını söylemişlerdir) diyor. Bunu kabûl etsek bile, sıfatların mukâbili olan ademlerin [adem, yok olmak demekdir], ilm-i ilâhîdeki ayrılıkları bize yetişir. Vücûd [ya’nî var olmak] sıfatının, Zât-i ilâhîden ayrı olduğunu, evvelki mektûbumda uzun uzun bildirmişdim. Fekat, sırası gelmiş iken, burada da kısaca söyliyeyim. Muhterem kardeşim! Yaratılışı kusûrsuz olan ve yakînlığı arayan biri, sahîh vicdânına, ya’nî buluşlarına bakar ve iyi düşünürse, anlar ki, Allahü teâlâya, kendi varlığında, kendinden başkasına muhtâc olmasını ve kendisinde vücûd, varlık bulunmamasını, ayrıca vücûd sıfatına muhtâc olmasını lâyık görmez. Fekat, yine anlar ki, Allahü teâlânın kendi hakîkati ve mâhiyyeti, vücûdün, varlığın aynı değildir. Çünki, vücûdü, varlığı başkasına muhtâc olmadığı için, Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek, ma’nâsızdır. Kendi varlığı ile hâricde mevcûd olan bir Zâta, başkalarına sıfat olan, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır? İslâmiyyet de, bu ismi, zâten bildirmemişdir. Tesavvuf büyükleri, Allahü teâlânın zâtından, kendinden, bütün nisbetleri ve i’tibârları, düşünceleri ayırdıklarına göre, bunlardan birkaçı, niçin vücûdü de ayırmıyor? Allahü teâlânın Zâtından vücûdü ayırmak, Ona yokluk kondurmak olmaz. Zîrâ, yokluk da, bir nisbet, bir sıfatdır. Allahü teâlânın Zâtında hiçbir nisbet ve i’tibâr olmaz. Sonra bu büyükler, vücûd, Onun aynıdır demekle, vücûdu inkâr etmiyor. Allahü teâlâ kendisi vardır ve vücûd bir sözden başka birşey değildir, demiyorlar. Çünki, bu büyükler, Allahü teâlânın hakîkati, mutlak vücûddür biliyor. Vücûdü inkâr etmiş olurlar mı? Bir şeyin kendisi inkâr olunur mu? Doğrusu şöyledir ki, Allahü teâlânın hakîkati, kendisi, vücûdden başkadır. Kendi varlığında, vücûd sıfatına muhtâc değildir. Kendi kendine vardır. Onun vücûd sıfatına muhtâc olmadığını göstermek için, kendisi, vücûdün aynıdır demeğe lüzûm yokdur. Kendisi vücûd sıfatından dahâ yüksekdir desek ne olur?

Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, hakîkat âleminde ne varsa, hepsinin nümûnesini ve misâlini bu mecâz ve görünüş âleminde göstermişdir. Böylece insan, bu sûretlerden hakîkatlere yol bulur. Allahü teâlânın, vücûd ile var olmayıp, kendi kendine var olmasının da, bu dünyâdaki örneği, vücûd sıfatıdır. Varlık sıfatı, kendiliğinden vardır. Ayrı bir vücûdle mevcûd değildir.

Allahü teâlâ kendisi vardır, sözü de, ancak bir bildirmekdir. Yoksa, kendisi ile olabilen bir vücûd vardır, demek değildir. Şeyh Emân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Allahü teâlânın hakîkati mevcûddür. Ondan başkası ademdir, yoklukdur. Adem ise, eşyânın başlangıcı olamaz. Çünki hakîkat değişmez. Ya’nî, varlığa sebeb olamaz. O hâlde, başlangıc da vücûddür. O da, tecezzî ile değil temessül iledir) diyor ki, birçok bakımdan, doğru değildir. Çünki, evvelâ deriz ki, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir. İkinci cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın sıfatları, Ehl-i sünnete göre, Zâtından ayrıdır. Bunun için, Allahü teâlâdan başkası, ancak ademdir demek doğru olmaz. Bu hâlde, belki sıfatlar, eşyâya başlangıcdır. Üçüncü cevâb da, adem, vücûd olursa, hakîkat değişmiş olur. Fekat eğer adem mevcûd olursa, birşey lâzım gelmez. Âlimler, vücûd yokdur demişlerdir ki, bu sözde hakîkat değişmesi hiç yokdur. Dördüncü nokta da şudur ki, adem mevcûd olursa, hakîkat değişmesi olur. Fekat, adem mevcûd görünürse, hakîkat değişmesi olmaz. Beşincisi de, yukarıdaki sözünde geçen başlangıc kelimesinden maksad, heyûlâ ve esîr denilen şeydir. Çünki bunu ancak parçalanarak ve şekl alarak başlangıc yapdı. Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek kadar alçaklık olmaz.

Îcâd edici, ya’nî yokdan var edici ma’nâsına başlangıc, Zât-i ilâhîdir. Fekat bu ma’nâda tecezzî ve temessül lâzım değildir. Yasîn sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi, (Biz istediğimiz şeye ol deriz, hemen var olur)dır. Altıncı nokta, Zât-ı ilâhînin mukâbili, zıddı ademdir demek, ma’nâsızdır. Zıddı adem olan vücûd başkadır ki, hâsıl olmak ma’nâsınadır. Yedinci nokta, vücûd, ademin zıddı değildir ki, izâfî adem [ya’nî her bakımdan değil de, ba’zı bakımlardan yok olan adem] kalmayınca, vücûd lâzım olsun. (İlm-i ilâhîde bulunan ademler de, eşyânın aslı olamazlar. Çünki, Allahü teâlânın ilmi, ilm-i huzûrîdir. Ya’nî ezelde bilmişdir. Orada değişiklik yokdur ki, ademler orada hâsıl olsun ve eşyânın aslı olsunlar. Bu ademler, ilme nereden geldi? Bir bakımdan mevcûd olmıyan şey, ilmde yer bulamaz) demişlerse de doğru değildir. Çünki, evvelâ, Allahü teâlânın ilmine, ister huzûrî desinler, ister başka ism versinler, Allahü teâlânın izâfî ademlere ilmi yokdur demek, bunları bilmez demekdir. Allahü teâlâya karşı böyle söylemek yakışmaz. Sonra, bir bakımdan mevcûd olmıyanın, ma’lûm olmıyacağını da kabûl etmeyiz. Çünki, birçok şeyleri düşünerek biliriz ki, hiçbiri yokdur. Üçüncü olarak, deriz ki, var olacak şeyler, yok iken, izâfî adem idi. Bunlara her bakımdan yok demek, doğru değildir. Sadreddîn-i Konevî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, şey olmak, iki dürlüdür: Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir ve bu şeyin bir yapıcısı yokdur. O hâlde, mutlak ma’dûm [ya’nî her bakımdan yok olan], şey değildir. Çünki sübûtü de, vücûdü de yokdur. Fekat izâfî ademler, sâbit olan şeydir. Bu şeylikden dolayı bunlara (Kün) [ya’nî (Ol!)] emri veriliyor ve hâricde var oluyorlar. Şeyh Konevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlânın, var olacak şeyleri ademde iken bilmesi, ma’dûmu bilmesi değildir. Çünki, böyle sonsuz ademler, Ümm-ül-kitâbdadır. Kalem-i a’lâ, bunların ba’zısını almış, Levh-i mahfûz da bu ba’zıları, tafsîl etmişdir. Celâleddîn-i Devânî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki, adem de, hakîkî vücûdün zuhûrlarındandır. Nitekim, imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ba’zı kitâblarında buyuruyor ki, (Kâinâtın aslı ademdir. Ademe merhamet edip, vücûde getirdiler. Adem aslında yok idi. Önce adem yaratıldı. Ademe kadîm dersek, onu, Allahü teâlâya kadîmlikde ortak etmiş oluruz. Demek ki, adem, kadîm değildir. Kâinâtın aslı olan adem kadîm olmayınca, kâinât da kadîm olmaz, hâdis olur. Ehl-i sünnetin (Ma’dûm, şey değildir) sözünün ma’nâsı işte budur). Dördüncü olarak deriz ki, bu söz, kendi kendini bozuyor. Çünki, izâfî ademler, ilmde bulunur. Eşyânın aslı olamazlar dedi. Sonra da, ilm, huzûrîdir diyerek, bu sözünü red etdi. Bir bakımdan sâbit olmıyan, ilmde bulunmaz diyerek de red etdi. Beşinci olarak deriz ki, Sôfiyye-i aliyye, a’yân-ı sâbiteye, izâfî ademlerdir demişdir. Bunları, mahlûkâtın hakîkatleri, aslları bilmişdir.

Bundan sonra yazıyorsunuz ki, ilm-i ilâhîde bulunan şeylerin aslı vardır. Bu asl da, ilm ve belki âlimdir. Fekat, ademlerin aslı nedir? Cevâbında deriz ki, ademlerin aslı ve menşei, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan kemâlât-i ilâhîdir. Bu cevâbımız kime uygun gelmez?

Yine yazıyorsunuz ki, hakîkî kulluk, Onu sevmek ve Ondan başka herşeyden vazgeçmekdir. Ya’nî dünyâ gibi, âhıreti de terk etmekdir. Evet böyledir. Fekat herkes böyle olduğunu söyler. Doğru ile yalancıları ayıran alâmet, islâmiyyete yapışmakdır. Bu sevginin çokluğuna alâmet, sünnete [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye] çok yapışmak ve bid’atden çok kaçmakdır. Bu alâmetler bulunmıyan lâfları beğenmezler. Herşeyden vazgeçdim demelerini, hepsine sarıldım anlarlar.

Muhterem efendim! Düşüncelerin, vesveselerin çokluğundan şikâyet ediyorsunuz. Mahlûkâta ilm oldukca, vesvese de olur. Onları unutunca, vesveseler de kalmaz. O hâlde, eşyâyı bilmek ve unutmak üzerinde durmak lâzımdır. Herşeyden, her mahlûkdan Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünki, her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o ma’nevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi, Onu göstermesi için, Onunla ittihâd etmesi, birleşmesi niçin lâzım olsun? Duman ateşi haber verir ise de, ateşle ne münâsebeti, ne ittihâdı var? Allahü teâlâyı çok seven, az bir alâka ve işâret ile hemen Ona döner. Hiçbirşey Onu unutmasına sebeb olmaz. Her gördüğü şeyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine döner. Bunun için, hiçbirşey, ârifi kendine çağırmaz, eser sâhibine çağırır. Ârifin kalb gözünü, kendinden, sâhibine aks etdirir, çevirir. Hâlbuki Allahü teâlâyı eşyâ ile ittihâd etmiş bilen zevallıları, herşey kendilerine çağırır. Kendilerine tutulmasına sebeb olup çeker. Kendilerini mahbûb, ma’şûk olarak gösterirler. Her çirkin şeytân, cilve ile, nâz ile kendini ma’şûk yapıp, sedd-i İskender gibi perde olur. Fârisî beyt tercemesi:

Güzeller yanaklarını saklamış, şeytân nâz ediyor,
Şaşırdım kaldım, hayretden, aklım gidiyor.

Mümkinin, mahlûkun varlığı ve kemâl sıfatları, o mukaddes mertebenin zılleri, aksleri ise, zılden asla yol vardır. Fekat zıl, asl değildir.

Bu fakîr, ârif kemâle geldikden sonra, bunun eşyâya olan ilmine hiçbir zemân ilm-i huzûrî demedim. İlm-i husûlî değildir dedim ise de, bu, ilm-i huzûrîdir demek değildir. Çünki, Allahü teâlânın eşyâya olan ilmi [ya’nî herşeyi bilmesi] huzûrî ve husûlî ilmlerden değildir. İlm-i ilâhînin, yalnız bir inkişâfıdır ki, bilinen şeyleri birbirinden ayırır. İlmde hiçbirinin sûreti hâsıl olmaz. Allahü teâlânın ilminde bulunan şeyler demek, ilm-i ilâhî ile birbirlerinden ayrılan şeyler demekdir. Bu şeyler, her nerede bulunursa bulunsunlar, Allahü teâlâya münkeşifdir [ilmine açıkdır]. Allahü teâlânın eşyâyı bilmesine ilm-i huzûrî veyâ ilm-i husûlî demek, tevhîd-i vücûd erbâbına uygun gelir. İşte bir ârif kemâle geldikden sonra, bunun ilmi de böyle olur. Herşey, nerde olursa olsun, ârifin ilmine münkeşif olur. Ârifin zihninde, sûretleri hâsıl olmaz. Bu ilm de, ne husûlîdir, ne de huzûrî. Herşeyi akllarına uydurmak istiyen, bu söze inanmaz ve kabûl etmez ise de, biz zâten onlara söylemiyoruz. Bunlar, zevk ile, tadarak bilinen şeylerdir. Vicdânî [ya’nî kalb ile bulunan] şeylerdir. Anlatarak inandırılacak, ilzâmî şeyler değildir. Bu ma’rifetin şaşılacak tarafı şudur ki, ilm, huzûrî değildir. Bilinen şeyin sûreti de hâsıl olmaz. Tatmadan bunlar anlaşılamaz.

Efendim! Nemâz, tecellîlerden, müşâhedelerden dahâ üstündür demenin sebebi şudur ki, muhakkak biliyoruz ki, Allahü teâlâ, bu tecellîden ve müşâhedelerden gayrıdır. Bunlara kapılıp kalmak, zıllere, hattâ benzerlere, misâllere bağlanıp kalmak olup, bunlar, matlûb değil, başka şeylerdir. Herşey, Allahü teâlânın aynıdır diyen, aşk serhoşudur. Matlûbun, maksadın kendinden haber veren, yalnız nemâzdır. O nişânı olmıyanın, biricik nişânı nemâzdır. Nemâzda olan yakınlık, başka hiçbir yerde yokdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâzda, kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar). Bunun için, nemâza, mi’râc buyurmuşdur. Onun için, nemâzı temâm kılmağa çok dikkat etmelidir. Nemâzın kemâline çalışmak, bu müşâhedeleri ve tecellîleri, Ona yaklaşdırmamakla olur. Bu büyük ihsânı, Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder. Onun ihsânları büyükdür, boldur.

Nemâzın kemâl üzere kılınması, nübüvvet yolundan yükselen büyüklere nasîb olur. Vilâyet yolunda bulunanların çoğu, bu dereceye yetişemez. O büyüklerin yakınlığı başkadır. İlmleri ve esrârı kendilerine mahsûsdur. Onları ulaşdıran yol, bu yola benzemez. Öyle bir caddedir ki, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü velberekât” ve onların Eshâbı ve bu ümmetden seçilmiş çok yüksek olanlar, matlûba bu yoldan yetişmişlerdir. Âriflerin reîsi olan üstâdımız [ya’nî Muhammed Bâkîbillah “rahmetullahi aleyh”], (Ana cadde başkadır) sözleri ile belki bu yola işâret buyurmuşlardır. Vilâyet yolundan da, bir kimsenin bu yüksek zirveye ulaşması mümkindir. Belki de olmuşdur. Nemâzı yalnız yatıp kalkmak sanmamalıdır. Nemâzın gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir. O hakîkate kavuşanları tanımıyanlar, nemâzın kemâlinden ne anlar? Nemâz, gönülleri çeken bir güzeldir. Onun güzelliği bu mecâz âleminde, sanki bu şekl içine sokulmuşdur. O sevgilinin cilveleri, nemâzın huşû’ ve edebleri şeklinde bu dünyâda görünmekdedir. Nemâzın bu şekl ve sûretini sevmiyen, bunun hakîkatinden ne anlıyabilir? O güzelin cilve ve edâlarına âşık olmıyan, huşû’ ve tumânînetin kıymetini nasıl bilir? Velhâsıl, nemâzın letâfeti, güzelliği o kadar yüksekdir ki, saçma sapan sözlerimizle bildirilemez. Kıymetleri o kadar üstündür ki, bu kırık kalemim, ona tercümânlık edemez. Fekat, bu büyük devlete sâhib olanların, nefîs nefeslerine sığınıyorum! Onlara hizmet etmeğe ve sevmeğe karşılık olan müjdelere güveniyorum. Fârisî beyt tercemesi:

O güzelin saçı, avucuma girse, misk saçılır elimden,
O ay yüzlü, kucağıma gelse, gün doğar her yerimden.

Yâ Rabbî! Sen, onların sandığı ve söylediği gibi değilsin! Seni bize haber veren, bildiren Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” selâmlar olsun, selâmetler olsun! Bu âlemleri yaratan, her ân varlıkda durduran, cesedlerin rızkını, rûhların gıdâsını, kalblerin nûrunu ihsân ederek, kullarının gelişmesini lutf eden Allahü teâlâya hamdler, şükrler olsun!

Herkese yayılan merhamet ve ikrâmlarınızdan şunu umar ve istirhâm ederim ki, bundan sonra, Allahü teâlânın bu âsî ve insanlıkdan uzak kulunu aramayınız. Onu, ümmîdsizlik köşesinde yalnız bırakınız da, günâhlarının mâtemini tutmakla ve münâsebetsizliğinin acılarını tatmakla inliyebilsin! Allahü teâlâ, Peygamberlerin gösterdiği yolda yürüyenlere selâmet versin! Âmîn.