İslami Foruma Giriş
logo
feeds

  • Ana Sayfa
  • Foruma Gir
  • Arşiv
  • Risale-i Nur
  • Üye Ol
  • İletişim

EHL-İ SÜNNET ,Olmayan Müslüman Olamaz.

7 Mart 2008 | email this | digg it
Yorumlayın Yazan HawasHasan
Kategorisi Genel Bölüm, Sünnet-i Seniyye

EHL-İ SÜNNET
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” denilmiştir.

“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. “Sünnet” daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de de kullanılmıştır: “ALLAH’ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün” (A/u İmrân, 3/137). “ALLAH’ın sünneti kesinlikle değişmez” (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime’de ifade edilen sünnet, ALLAHu Teâlâ’nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. ALLAH için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe “âdet” kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber’in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, ALLAH’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için ALLAH Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “ALLAH, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, ALLAH’ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi” (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla “sünnet” olarak kabul edilmiştir.

Kur’an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından ALLAH’ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “ALLAH ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; “dinledik ve itaat ettik” diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar” (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin” buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif: sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.” Abdullah b. Mesud (r.a.) “ALLAH’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun”: “Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız” (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid’at; her bid’at sapıklıktır” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur’an-ı Kerim’de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: “İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, ALLAH razı oldu. Onlar da ALLAH’dan razı oldular. ALLAH onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur” (et-Tevbe, 9/100). ALLAH’ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; ALLAHu Tealâ’nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: “Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir” (Buhâri, Fedâilu’s-Sahâbe, 1). Sahâbilerin ALLAH ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen “cemaât”ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır.” Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ALLAH’ın rahmet eli cemaât ile beraberdir” (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât’ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca “benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Bir rivâyette “cemaât” denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim” (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu’l a’zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek’e cemaat kimlerdir? denilince “Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır” diye cevap vermiş, “Onlar öldü”, denilince de yine “falan ve falandır” demiştir. Onlar da öldü, denilince “işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır” der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: “Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir” (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “ALLAHu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. ALLAH’ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır” (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî’nin tarifine göre “cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur” (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)’ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)’a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla “senetü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü’l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü’l-Basri’dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve “ALLAH’a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez” (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak ALLAH’a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes’ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu’l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler ALLAH’ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla ALLAH’ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, ALLAH’ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu’l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)’in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp “Sizden olan ulû’l-Emre itaat edin” (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû’l-Emr’i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’an’il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata’yı meclisinden “kovmuş”, haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia’yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, “ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu’s-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme” “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya’la, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlanmaktadır. “Ehlu’s-sünne”, dinde bid’atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünne, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid’ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır” (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)’den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid’at olduğunu her bid’atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer’î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de “bid’atçı” denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu’tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta’rifât, s.40. 43). Bid’at; Peygamber (s.a.s)’den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid’at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid’at sebebiyle tekfir edilemez… Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid’atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid’ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba’s) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: ALLAH Tealâ’yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin “O azamet ve Celâl’inden dolayı görülmez” demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid’âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba’s-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)’in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)’ın ALLAH olduğunu ve Cibril’in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid’atlardan sayılan ALLAH’ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve ALLAH’ı görmeyi inkâr eden Mu’tezile tâifesi gibi câhil bid’atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur’an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer’i delilden dolayı inkâr ise, ma’zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi ALLAH bilir (İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid’atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü’s-sünne ve’l-cemaât mezhebidir. Ehlü’s-sünnet; Selefiler, Eş’arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid’atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid’adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi’setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid’atlara örnek: Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve ALLAH’u Teâlâ’nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid’at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid’at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, V, 472).

Bid’atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid’at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu’tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet’i hak ehli”, onun dışındakileri ise, bâtıl ehli” olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet’i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid’at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe’nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa’nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe’nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe’ Yemenli bir yahudidir. İslâm’ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm’a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric’at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm’a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe’nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid’ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü’l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaât’in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu’tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur’an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te’vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş’âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş’ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu’tezile ve diğer bid’at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O’nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş’âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: “Şüphesiz ki Rabbiniz ALLAH, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti” (el-A’râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: “İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid’attır” demiş, teşbih ve te’vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te’vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü “Arşda hükümran oldu” ALLAH’ın eli sözünü ALLAH’ın kudreti ve rahmeti olarak te’vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş’ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi’dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî’dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş’âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş’âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü’l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş’âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi’ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid’atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid’ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm’ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)’in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: “İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah’tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: “İşte bu, ALLAH’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır” dedi. Bilahare şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın” (en-En’âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve’l cemaat’e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti’t- Tahaviyye, 586-588).

0 Yorum yapılmış

Abone olun Comment RSS or TrackBack URL

Yorumlayın

Anasayfa Küfrün Çeşitleri | DÜNYA NEDİR? NE DEĞİLDİR?

 Adınız

 E-Posta adresiniz

 Web siteniz

Benzer yazılar
  • Vampir Şaronu Ailesi Dahi Kabul Etmiyor.
  • Çeçenler Türkiyeye Sığınmakla Hata mı Ediyor?
  • Birbirinden Güzel Dini Masaüstü Resimleri
  • Çinden Küstahça ve Büyük Aşağılık Sahneleri.. (İzzet ve Şereften Yoksun Yayın..)
  • Tebliğ Yapan Müminin Sahip Olması Gereken Özellikler

stumbleupon

techme

Kategori

  • Allah Azze ve Celle
    • Kur'an-ı Kerim
  • Ayet ve Hadislerle Cihad
  • Biyografiler
  • Cihad ve Mücadele
    • Komutanlar ve Şehidlerimiz
  • Dini Gün Gece ve Aylar
  • Dini Hükümler
  • Fıkıh ve Akaid
  • Fıkıh, İtikad ve Akaid Meseleleri
  • Genel Bölüm
  • Güzel Yazılar
  • Hac ve Umre
  • Hz. Muhammed (S.a.s)
    • Hadis
    • Sünnet-i Seniyye
  • İslamda Aile
  • İslamda Çocuk ve Eğitimi
  • İslamda Kadın
  • İslami Bilgiler
  • İslami Konular
  • Kişisel Başarı
  • Namaz ve Abdest
  • Risale-i Nur ve İzahı..
  • sahabeler
  • Serbest Kürsü
  • Sorularla İslam
  • Sorularla Risale-i Nur
  • Tasavvuf

Sayfa

  • Risale-i Nur
  • Arşiv
  • Üye Ol

Bağlantılar

  • ‘Reklam’ - Reklam Verin..!
  • Ailemiz
  • Alıntı Koşulları - Alıntı Yapma Şartları
  • Anne Baba Hakkı
  • Bazı Bilgiler
  • Bazı Bilgiler 2
  • Çocuk ve Bebek Bakımı
  • Dini Gün ve Geceler
  • Dini Hikayeler
  • Emanet ve Ehliyet
  • Evliyalar
  • Fıkıh Bilgileri
  • Foruma Gir - islami foruma gir
  • Hac Rehberi
  • İletişim
  • İslam Ansiklopedisi
  • İslam Tarihi - İslam Tarihi Oku
  • İslamda Kadın
  • Kur’an Meali (Almanca)
  • Kur’an Meali (Fransızca)
  • Kur’an Meali (ingilizce)
  • Kur’an Tefsiri (Fizilal´il Kur´an)
  • Kütüb-i Sitte Oku
  • Mahrem Konular
  • Mektubat-ı Rabbani - mektubatı rabbani oku
  • Mesneviden Hikayeler - islami hikayeler
  • Mezhepler
  • Namaz Öğreniyorum
  • Risale-i Nur - Online Risale Oku
  • Rss
  • Rüya Tabiri - Rüya tabirleri
  • Sağlık Konuları
  • Sahabeler
  • SE’ÂDET-İ EBEDİYYE - İlmihal
  • Şifalı Bitkiler
  • Tasavvuf
  • Temizlik
  • Tıbbi Meseleler
  • Yemek Tarifleri
  • Ziyaretçi Defteri
Mart 2008
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  
    Nis »

Yeni Yazılar

  • AH MESCİDİ AKSA AH!
  • Ey Ümmet Nerdesiniz?
  • Dinde Peygambere İhtiyaç Var mıdır?
  • İslâm ile küfrün birbirinin zıddı, tersi olduğunu, İslâm düşmânlarını sevmemeği bildirmekdedir
  • Şeyh Salah, müslümanları Kudüs için harekete geçmeye çağırdı
  • KADİR GECESİ İÇİN SMS MESAJLARI
  • Kadir Gecesinde Ne Yapılır? Hangi Namaz Kılınır? Edilecek Dualar
  • Heyecanı ve Hüznü Büyük Olan Bir Ramazan Ayı Daha!!

Yeni Yorumlar

  • sevim in Müslüman Kadının, Kocasın…
  • HawasHasan in smf.gen.tr ödüllü smf seo y…
  • rabia in smf.gen.tr ödüllü smf seo y…
  • sehid in Müslüman Kadının, Kocasın…
  • sehid in Müslüman Kadının, Kocasın…
  • uzman seo in smf.gen.tr ödüllü smf seo y…
  • Mustafa in smf.gen.tr ödüllü smf seo y…
  • G.bozkurt in Müslüman Kadının, Kocasın…

Anasayfa

  • Foruma Gir
  • Arşiv
  • Risale-i Nur
  • Üye Ol

Filistine Destek

İHH Yardım VAKFI

Diyet

Diyet

Arşiv

  • Ekim 2023
  • Ocak 2020
  • Mayıs 2011
  • Haziran 2010
  • Eylül 2009
  • Ağustos 2009
  • Mayıs 2009
  • Nisan 2009
  • Mart 2009
  • Şubat 2009
  • Ocak 2009
  • Aralık 2008
  • Kasım 2008
  • Ekim 2008
  • Eylül 2008
  • Ağustos 2008
  • Temmuz 2008
  • Haziran 2008
  • Mayıs 2008
  • Nisan 2008
  • Mart 2008

Meta

  • Giriş
  • Valid XHTML
  • Valid CSS 3.0
Wp | İslami Forum
Portalımızda Yayınlanan Yazılar Forumumuzdan ve Özenle Seçtiğimiz Kaynaklardan Derlenmektedir.
Web Stats